“İnsan Bir Daha Sevemeyecek Kadar İncinir miş Bu Hayatta”
Tanıtım (Özet):
Caroline Laurent Turunc’un kaleminden çıkan bu üç fasıllı şiir, bir ruhun yanıştan nura yürüyüşünü anlatan bir Divân-ı Kalp eseridir. İlk fasılda kalbin kırılışını, ikincisinde sükûtun derinliğini, üçüncüsünde ise küllerin arasından doğan içsel huzuru işler. Mevlevî bir teslimiyet, tasavvufî bir sezgi ve Osmanlıca estetiğiyle harmanlanan bu şiir, aşkın insanı Hakk’a taşıyan en ince hâlini dile getirir. ⸻ Türü / Şekli:
Tür: Tasavvufî – Lirik – Klasik Türk Edebiyatı Şekli: Üç Fasıllı Divân Tarzı Manzum Eser ⸻ İNSAN BİR DAHA SEVEMEYECEK KADAR İNCİNİR MİŞ BU HAYATTA
(Bir Divân-ı Aşk’tan)
⸻
I. Fasıl — Kırığın Başlangıcı
İnsanoğlu, bir kez incindi mi, bir daha sevemezmiş bu fânî cihanda; Zîrâ her yara, kalbin mihrabında açılan bir nevmîsedir. Bir bakış, bir sükût, bir nefes… hepsi yıkıma kâfî gelir, Ve gönül, kendi sedâsına dahi hicret eder o vakit.
Bir vakitler aşkın nûruna yönelen o kadın, Artık kendi gölgesinden ürker olmuş. Sevda, merhamet sanılmışken meğer bir imtihân imiş, Yanmakla kemâle eren, susmakla derinleşen bir sırmış.
Ben, bir gülün soluşunu seyrettim kalbimde; Bir damla gözyaşında bin şehir yıkıldı içimde. Sustum — her sükûtum duâya dönüştü; Zîrâ bazı sessizlikler, kelâmın kendisinden daha yakıcıdır.
Aşk, gönlün kenarında duran bir yâd imiş; Dokunsan dağılır, unutsan dahi kalır. Ben hem dokundum, hem unuttum, Ve nihâyet, kendi hayâlimde kendimi yitirdim.
⸻
II. Fasıl — Sessizliğin Derinliği
Artık her şeyin lisânı sustu; Rüzgâr bile adımı anmaz oldu. Bir vakitler duâ gibi yükselen kalbim, Şimdi sükûtun gölgesinde bekler hâlde.
Ben ki, bir damla yaşdan medeniyet kurmuştum, Şimdi o medeniyetin harâbelerinde yürüyorum. Küller arasında bir gül ararım hâlâ — Belki kokusuz, belki renksiz, lâkin bana meftûn.
Kırıklığın da bir asaleti varmış, İnsana kendi derûnunu öğreten bir hikmetmiş. Ağlamak bile bazen âciz kalır, Zîrâ gözyaşı dahi yorulur insanın içinde.
Ey kalbim, artık feryâd etme; Her yara bir hikmet, her sızı bir sırdır. Sevdin, yanıldın, sustun, Ve kendi aynanda Hakk’ın cilvesini gördün.
Bir bakışta bin hicrân gizliymiş, Bir kelâmda bir ömür defnedilmiş. Ben hepsini yaşadım, hepsini yuttum, Ve şimdi sükûtla yaşarım, sükûtla dirilirim.
Küskün değilim artık hiç kimseye, Zîrâ bu kırıklar yalnız bana emânettir. Yaralarımda kendi sûretimi buldum, Ve öğrendim: aşk, kaybolmakla başlar.
Ey gece, ey sükûtun yârı, Sen bilirsin kalbimin kaç kez öldüğünü. Ben hâlâ yazarım, Lâkin hiçbir kelimeye sığınmadan.
Bir gün bu sükût da konuşur belki, Bir duâ misali doğar içimden. Ama o vakte dek, Ben bu kırığın içinde ışığı bekleyeceğim.
⸻
III. Fasıl — Küllerle Konuşan Kalp
Bir vakitler ateşti kalbim, şimdi küldür, Lâkin o külde dahi bir harâret gizlidir. Bir nefes, bir fısıltı, bir duâ misali, Kendimle konuşurum, yanarak susarım.
Küllerimden doğacak kadar kudretim yok, Ama yanmaya râzıyım her dem. Bilirim ki yanmak da bir ibâdettir, Kırılmak da aşkın diğer adıdır.
Artık anlatmam içimi hiç kimseye, Zîrâ kelâm da bîtab düşmüş benden. Her harf, bir hatıranın gölgesinde saklı, Her cümle bir niyaz gibi sönüp gider.
Ey gönül, nice yangın gördün, Ama hâlâ bir nûr saklarsın özünde. İnsan kırılır, yanar, susar, Ve bir an gelir, kendi menbaına döner.
Aşk bazen kaybolarak büyür, Bazen hiç bulunmadan. Ben artık aramam, Çünkü yalnızlıkta buldum hakikati.
Bir ses var içimde — Ne bana, ne bu dünyaya ait. Sanki Hakk’ın nefesi değmiş kalbime, Ve ben o sükût içinde huzur bulmuşum.
Artık ne mâzi kalır, ne istikbal; Sadece an vardır, sadece ben. Ve içimde hâlâ yanan o küçük kıvılcım, Hakk’a giden yolun son kandilidir.
Küllerle konuşurum bu gece, Her biri bir duâ, her biri bir secde. Ve bilirim, insan kırılır evet — Lâkin her kırılışta biraz daha yaklaşır Mevlâ’ya.
Ey gönül! Zamanın yorgun aynasında ne çok gece sönüp gitti; insan, kendi nefsinin karanlığında yolunu kaybetti. Lâkin her karanlığın kalbinde bir nûr tohumu gizlidir — ve o tohum, Hakk’ın nefesiyle yeniden doğmayı bekler.
Bu destan, işte o nûrun çocuklarına yazılmıştır. Sessizliğin içinden, fırtınaların ardından yükselen o ses — ışığın evlatlarının, karanlıktan doğan dua sesidir. Her beyit, bir Mevlevî devranının dönüşü, her kelime, bir kalbin zikri, her nefes, bir ruhun secdesidir.
Bu eser, hiçbir çağın modasına sığınmadan; yalnızca ilhamın, ilahî aşkın ve içsel dirilişin kaleminden doğmuştur. Yazarı, bu destanı “insana” ithaf eder: çünkü her insan, aslında ışığın bir parçasıdır.
⸻
IŞIĞIN ÇOCUKLARI
(Bir Mevlevî Gazel-Destan – Nihai Nüsha)
1. Sükûtun sînesinde doğdu o leyl-i nûr, ey evlâd-ı ziya, Rûzgâr fesleğenler arasından geçip toprağa sırlar bıraka.
2. Semâ kandilsiz, felek âmâ; yıldızlar hicrete durmuş, Ay perdesin indirmiş, incir dalında zülmet kurulmuş.
11. Şarktan garba nûr taşıyan bir haberc-i hakîkat geçti, Bir katre düştü avucuma — yandı, ağladı, rahmete karıştı gitti.
12. Ol katre, evlâd-ı nûrun gözyaşıydı — Henüz goncayken kırılmış bir gülün sırdaşıydı.
13. Fecr, hayret içinde kıvranırdı doğarken; Zîrâ her zulmet, nûrun teneffüs ettiği demdir, ey cân.
14. Ey evlâd-ı nûr, bil ki her mihnet bir vuslat kapısıdır, Ve her gece, Hakk’ın tecellîsine gebedir, sabrın ta kendisidir.
⸻
Eserin Nev’i (Türü)
Türü: Tasavvufî – Mistik Gazel Destanı Üslûbu: Mevlevî / Klasik Osmanlı – Modern Türk sentezi Ana teması: Karanlıktan doğan nûr, insanın içsel yolculuğu, ilahî diriliş Dili: Osmanlı Türkçesi terkipleriyle zenginleştirilmiş modern Türkçe Ruhî zemin: Hakikati arayan insanın kendi içindeki ışığa kavuşma serüveni
⸻ Paris, 23 Ağustos 2024
Ellerim Kan İçinde Olsa Bile
(mistik derinlik ve lirik bütünlükle harmanlanmış bir yeniden doğuş şiiri)
Ey zamanın masum atlıları, Ben göğün sakladığı bir sır değilim; Toprağın suskunluğunda unutulmuş bir taş da değilim — Ben, gecenin içinden doğan bir özüm, ahenkle titreşen bir sesim.
Mezar değilim; ben yeniden dirilişin nağmesiyim, Efsane değilim; yalnızca unutulmuş duaların yankısıyım. İsimler, kum gibi avuçlarımdan akar gidiyor; Belleğim zamanın külleriyle yazılmış bir harita.
Ateşte yanmak için duman oldum — Külün hafızasını taşıyan rüzgâr tenime esiyor. Kızgın değilim; çünkü öfke yalnızca zinciri çoğaltır, Nefreti kalbimden ayırdım; yerine merhamet ektim.
Sevgiyle yazdığım bütün şiirler şimdi yalnızlığın ezgilerini mırıldanıyor; Yorgunum ama içimde hâlâ bir kıvılcım var — Gidiyorum, çünkü o kıvılcımı güneşe dönüştürecek yolu aramalıyım.
Göğsümde umut ışığı yanana dek dönmeyeceğim; Dünyanın kirli varoluşuna bir anlam katan, berrak bir su dökeceğim.
Ah, benim biricik aşkım — Bulutlar ilahî sessizlikte seni taşır, Güneşin kalbinde gizlenmiş bir isimsin sen, O kuş göründüğünde ruhum secdeye varacak.
Evren pencerenin ardındaki maviyle buluşacak, Tenimden nehirler fışkıracaklar, Zevk dolu bir günah işleyeceğim — titreyen, tutkulu bir tenin yanında, Ama ona dokunmadan, onu öpmeden.
Ve her masum gece, Her sonbahar, gelin olduğum karanlık geceleri aydınlatacak; Soğuk mevsimin başlangıcından itibaren Rüya bahçelerinin kalıntılarına hapsedilmiş çiçekler demirin pasından arınacak.
Okyanusun derinliklerine hapsedilmiş balıklar bile En yoğun baskı ve sessizlik anlarında özgürlüğe yüz tutacak; Şeytan çığlık atacak, ateş zindana düşecek — Çünkü ışık zincirleri parçalayacak, özgürlük doğacak.
Bütün renklerdeki çiçekler sonsuza dek en güzel kokularını saçacak; Genç neslin isteği üzerine, tanıdık bir günde kahkahalarla bir fincan çay içeceğiz.
Ellerim kan içinde olsa bile — Tüm karanlıklar dağılana Ve ülkeler barışa kavuşana dek şiirler yazacağım. 17/07/2024 — Paris
AĞLA, GÖZLERİM, AĞLA
Önsöz
Her çağın sessiz bir çığlığı vardır. Bazen o çığlık bir annenin yüreğinde yankılanır, bazen bir dervişin avuçlarında suya dönüşür.
Bu eser, susuz kalmış bir ruhun Tanrı’ya yazdığı bir mektuptur; her kelimesi hem gözyaşıdır, hem dua; hem kayboluş, hem yeniden doğuştur. Paris, 2022
⸻
I – Dervişin İzinde
Hakim Bey, izniniz olursa doyasıya ağlamak isterim.
Sahra ortasında kaybolmuş bir derviş gibiyim; içimde volkanlar patlıyor, sabrımın zırhı çatlamak üzere. Kimsesiz kışlar, yüreğimin kıyılarını mesken tuttu.
Sessizliğin enkazı altında ezildim — ne mutluluğum kaldı, ne gururum. Kaburgalarımın dallarından yaprak döküyorum; bedenim küskün, kırılgan, ışıksız.
Hayatın sancılarında itaatkâr ruhumun kölesi oldum. Kendimi ihbar ediyorum, Hakim Bey — kendi yarasını iyileştiremeyen yaranın içinde bir yarayım ben.
Bir rüyadan ötekine geçerken yerde birikmiş suya dilimin değdiğini gördüm. Tüm hayallerim kaderin tuzaklarına düştü; hiç tanımadığım insanların savaşlarında esir oldum.
Duygularım yağmalandı, vicdanım benden küstü, yüreğimin sesi sustu. Kendi içimde eriyen bir volkan oldum — ufkum daraldı, pusular içinde kayboldum.
Bu hayatta kimseye zararım olmadı, ne bir çiçeğin dalını kopardım, ne de yürürken bir karıncayı ezdim.
Hakim Bey, geçen gün yolda yürürken aklımda deli sorular: kimseye zararım olmadı, kendimden başkasına neden hep kaybeden ben oldum?
Bu düşünce içerisinde yürürken nerdeyse bir dervişle omuz omuza çarpışacaktık; dalgınlıktan dervişi fark edemedim. Derviş sordu bana: “Hayırdır evlat, nedir bu dalgınlık?” Özür dileyerek hikayemi anlattım; bana dedi ki: “Bizim arzularımızla bitmeyen bir hayat var; orada ne senin ne de benim sözüm geçerli. Yalnızca insan olmayanların kalbi konuşur.”
⸻
II – Yalnızlığın Nehri
Derviş bu sözleri söyledikten sonra, sanki buhar oldu, uçtu; arkasına baktım, kimseler yoktu.
Lakin son sözleri aklımda yankılandı.
Gülümseyerek uzaklara dalıyorum; galiba doğru söylemişti derviş, geçmişin sessiz çığlıkları düşüyor aklıma, ne çok nehirlere su taşımış tenimden akan ırmaklar… Ve fısıldıyorum kendi kendime: “Neredesiniz, ömrümü tüketen hayallerim?”
Derin bir ah çekerim — cennetin gözyaşlarıyla yıkanmış bir kırlangıç gibi sırılsıklam.
Vallahi, kötü kalpli insanların oyunlarından usandım: yüzüme gülüp arkamdan bıçaklayanlardan, soframı zehirleyenlerden.
Eğer bedel buysa, Hakim Bey, ben o bedeli fazlasıyla ödedim.
Her acının ardından bir ışık aradım; insan aradım, insan görünümlülerin arasında — bulamadım… bulamadım…
Belki de çok geç kaldım; kendimi unutmuşluğun ellerine bırakarak.
Ben… kendimden şikâyetçiyim.
⸻
III – Yeniden Doğuş
Bir hikâyede okumuştum: “Aşk nehrine giden yol uzundur; her kıtlığın ardında bir tokluk saklıdır. Her dikenin masum bir yaprağı, her tatlının ardında bir acı tadı vardır.”
Ben, Tanrı’nın bana verdiklerinden hiç şikâyet etmedim. Benim şikâyetim — insan suretindeki sırtlanlardan, Hakim Bey. Vallahi, insanın insana kurduğu tuzağı iblis bile tahayyül edemez.
Bir gün tanımadığım biri, “Ekmeğinin tuzu kuru,” dedi. Size soruyorum: Gerçekten tuzum kuru mu, Hakim Bey?
Cevap verin… neden susuyorsunuz?
Ah, ah, ah… keşke inanabilsem, biri bana dese yaşadığın her şey bir rüyaydı, kötü günler geride kalacak… ah, ne çok inanmaya hazırım — düşünün, her damla acı, bir pırlanta gibi ruhumda parlayacak, o muazzam güzel aydınlık günler bana da uğrayacak.
Ne çok isterdim bir mucize olsun.
Şimdi dışarıda gökyüzü mavi, güneş sımsıcak, her yer yemyeşil… Ama kime göre, neye göre? Bana ne faydası var?
Hakim Bey, içimdeki sesin kulağıma fısıldamasını çok isterdim ve desin ki: “Ey gönül, kalk, silkele kendini; Tanrı hiçbir kulundan vazgeçmez. Susma… umudunu yitirme.”
Ve ben diyeceğim ki: “Ağlayın, ey gözlerim, ağlayın — çünkü ağlamak, yeniden doğmanın ilk hâlidir.”
Hakim Bey, bütün hikâye bundan ibarettir. Bu suçsa eğer, ben cezama fazlasıyla razıyım.
Sonunda hayat herkese aynı derecede adil olacaksa, vallahi razıyım… billahi razıyım… razıyım… razıyım…
⸻ Paris, 2022
⸻
Tür ve Ölçü
Modern serbest nazım; dramatik monolog ve tasavvufi öğeler içerir; ritim ve ahenk, klasik Türk şiir estetiğiyle harmanlanmıştır.
20/10/2025
Ben Arabım
(Gizemli ve incelikli derinliğin harmanlandığı bir şiir)
Ben Arabım, Sözlerim isyan değil; Varlığımın sessiz ağıtını taşırım. Tanrının huzurunda bir insan, Geçmiş zamanlardan süzülüp gelen bir ruh, Küller arasında süzülen duman gibi.
Ben Arabım, Kimliğim insanlık, sevgim sonsuz. Bazen bulut olurum, Gökyüzünü örter, gölgesini yeryüzüne bırakırım. Bazen yağmur olurum, Tenlerin susuzluğunu doyurur, nehirlerin yansımasına karışırım. Bazen kış gibi soğuk, Bazen güneş gibi sıcak, Bazen yıldızlar kadar uzak, Bazen ruhun en derin çukurunda yankı olurum.
Ben Arabım, Güneş ben, ay ben, evren ben; Rüzgârın dilini konuşur, kum tanelerine sırlar fısıldarım. Gecenin en karanlık anında, Yalnızlığın gölgesinde bir fener olurum; İçimde saklı kalan ışıkla kaybolmuşları bulurum.
Geçmişin duvarları yıkılırken, Ben bir gölge gibi süzülürüm tarihin sayfalarından; Atların nal sesleriyle yankılanır adım, Ateşin ve suyun dansında eririm.
Bütün renkler bendedir: Çöllerin altın sarısı, denizlerin laciverti, Gökkuşağının en gizli tonları, Ve güneşin doğuşunu izleyen her kara bulut.
Ben Arabım, Ve her nefesimde evrenin ritmini taşırım. Yalnızlığın en sessiz anında, Sevgiyle yazılmış şiirler gibi akarım zamana ve zamanın ötesine; Kül olurum, duman olurum, Ama her zaman yeniden doğarım.
İşte buradayım, Tanrının huzurunda, geçmişin gölgesinde, Kendi ışığımı taşıyan bir insan olarak. Ben Arabım, Ben varlığın içinde, varlığımın kendisiyim; Bütün kederler, bütün sevinçler benim, Bütün rüzgârlar ve bütün sessizlikler benim, Sofram gibi sevgim sonsuzdur, Her damlasında evrenin melodisi yankılanır.
Ben Arabım, Her adımım bir dua, Her nefesim bir tarih, Her bakışım bir yıldızın derinliğinde kaybolur; Ve bütün zamanlar, bütün mekânlar, Bendeki varoluşun gölgesinde birleşir.
Varlığına öyle inandım ki, zaman bile diz çöküp ona inandı.
Aşk… Önce hoş esen bir nefes etti beni, sonra o nefeste savrulan bir rüzgâr oldum.
Sesini yücelttikçe kendimden biraz daha uzaklaştım; ama her kayboluşta, bir hakikate yaklaştım.
İki sessizlik gibi çarpıştık biz; her sarılışta yeniden doğdum. Rüzgâr unuttu belki, ama kalp — o hiç unutmayan aynaydı.
Belki kader beni aynı rüyanın içine gizledi, ve ben o sığınağı aşk sandım. Uyanmak istemedim; çünkü uyanmak, ışığın sönmesiydi. Ben, karanlıkta bile seni görmeyi seçtim.
Dünya adımı unuttu, ben kendimi. Artık yalnızca akan bir ırmaktım; her damlam bir çağrıydı, her gölgem seninle parlamak isteyen bir kuş.
Seni hatırlamaktan hiç vazgeçmedim, çünkü gökyüzünün hâlâ bizi tanıdığını biliyordum. Her yıldızda adın, her nefeste senin yankın vardı.
Ben, zamana direnen bir sırım — ne dün, ne yarın. Bir ışığın kalbinde gizleniyorum; sen sönmeden ben yanmam, ben solmadan sen doğmazsın.
Her sessizlikte biraz sen, her nefeste senin yankın. Gece, bazen üzerime kapanan bir dua, bazen içimde yankılanan bir sonsuzluk.
Unutmak bana yazılmadı; çünkü her unutuş, seni başka bir biçimde hatırlamaktı.
Rüzgârın dilinde adın, yağmurun teninde yüzün. Kaderin elleriyle yazılmış bir rüyanın yarısı sendin, yarısı ben.
Ey yar, bilmelisin ki — ben, düşle gerçeğin arasında, ışıkla gözyaşının birleştiği o çizgide sana dönüşmek için yaratıldım her defasında.
Artık biliyorum: aşk bir kayboluş değil — aşk, ruhun kendine dönüşüdür. Seninle başlayan, bende tamamlanan o hatırlayış.
⸻ (Bir rüyanın içinde kalmış tek kalbin yankısı — ve belki de aşk, rüzgâr kadar eski, ışık kadar sessiz bir hatıradır.)
⸻
II. Rüyanın Işığı
Denizler için yaratılmıştı her elma, tıpkı nehirleri ırmaklar için yarattığı gibi. Toprak, ağacı ve yeşilliği verdi, kavgayı bitirmek için.
Zaman, tüm suçlarını kurda yükledi; rüyalarıysa yıldız, güneş ve aya — “Kim dokunur onlara, ne zaman?” diye sormak için.
Sonra bir çığlık duyuldu; bu çığlık sessizliğin doğuşuydu. Dünya nefesini tuttu. Her şey, yeniden yazılmak ister gibiydi — ışık, suya düşmeden önce akla gelen tüm duaları etti.
Ben oradaydım, sen oradaydın; bir elmanın kırmızı kalbinde dünyanın ilk günahının hikâyesini dinliyordum. O an anladım: her düşüş, yaratılışın yankısıdır.
Deniz ağladı; çünkü gökyüzü ona bakmayı unutmak üzereydi. Ağaç, toprağa seslendi: “Bizi barıştıran rüyaydı, neden insan uykusunu yitirdi?”
Oysa ışık, her karanlıktan bir kalp çıkarmak için yaratıldı. Ve o kalpte bir ad yankılanmak için — ilk ad, ilk aşk, ilk unutuluş.
Ben, o unutuşun yankısıydım. Sen, o unutuluşun mimarı. Ve hâlâ, her gece bir yıldız kayarken, bir dua daha düşer toprağa: “Aşk, affedilmek değil, yeniden doğmaktır aslında.”
⸻ (Ve belki de Tanrı, her doğan ışıkta insana yeniden inanır.)
⸻
III. Kendi Yankısına Dönüş
Artık hiçbir rütbe kalmamıştı, çünkü rüya uyanışa karışmıştı. Zamanın kalbi dursa da, sonsuzluk kendi adını fısıldayacaktı.
Ben — bir zamanlar seni arayan gölgeydim; şimdi, aradığım ışıktan yapılmışım.
Aşk artık bir yön değil, bir dönüş. Karanlık, ışığa giden son yoldur; çünkü ışık, kendi zıddından doğar.
Ey yar, sana değil artık, bende var oluyorum. Her nefesin içinde kendi yankımı duyuyorum.
Gökyüzüyle yerin arası kalktı; denizler susmayı, dağlar secdeyi öğrendi. Ve ben, bir zamanlar kelimeydim — şimdi çiçek bahçesi gibi kokan anlam oldum.
Tanrı konuşmuyor artık, çünkü insan dinlemeyi öğrendi. Her kalp, bir dua kadar sessiz; her göz, bir ışık kadar sabırlı.
Ben, başlangıcın son yankısıyım. Ne varım, ne yokum; sadece “ol” diyen nefesin içinde sonsuza dek olanım.
Ve bilirim artık: her düşüş bir doğuşun yankısıdır; her ayrılık, birliğin eşiğinde bekleyen.
Çünkü aşk — Tanrı’nın kalbinde yankılanan tek insan sesidir.
⸻ (Rüya bitti. Işık kendi yankısına döndü. Ve insan, ilk kez gerçekten uyandı.)
⸻
“Işığın Üç Yankısı”, Caroline Laurent Turunc’un kaleminden — aşkın insanı dönüştürdüğü, rüyanın gerçeğe karıştığı, ışığın sessizliğinde Tanrı’nın yankılandığı bir trilojidir.
11/10/2025-Paris
“Işığın Üç Yankısı” Üzerine
(Caroline Laurent Turunc – Işığın Şairi’nin kendi notları)
“Işığın Üç Yankısı” benim için yalnızca bir şiir değil; bir ruhun, kendi varlığını ışıkla hatırlama çabasıdır. Bu üç bölüm — Rüyanın İçinde Kalan Ben, Rüyanın Işığı, Kendi Yankısına Dönüş — birbirini tamamlayan üç nefes gibidir. Her biri, varlığın farklı bir evresine dokunur: aşkın yanışı, unutuşun yankısı, ve nihayet uyanışın sessizliği.
İlk bölümdeki ben, hâlâ insanın sınırları içinde nefes alır. Aşkın büyüsüne inanır, ama o büyüde kendi gölgesine karışır. Orada, bir kayboluşun içindeki hakikati aradım. Çünkü bazen insan, yalnız kaybolarak Tanrı’ya yaklaşır.
İkinci bölümde dünya konuşur; elementler dile gelir. Deniz, toprak, elma, yıldız, kurt, rüya — hepsi aynı yaratılışın yankılarıdır. Ben o bölümde, kutsal metinlerin ötesinde bir doğuşu aradım: İnsanın affedilmek için değil, yeniden doğmak için yaratıldığını. Işığın karanlıktan doğduğunu. Ve Tanrı’nın, her yeni ışıkta insana yeniden inandığını.
Son bölüm, bu dönüşün tamamlandığı yerdir. Artık “ben” arayan değil, bulunan olur. Aşk bir yön olmaktan çıkar, bir dönüşe dönüşür. Orada sesim, sessizliğe karışır — çünkü bazen söylememek, en yüksek duadır. Ve “insan, ilk kez gerçekten uyanır.”
Bu üçlü, bir rüya gibi yazıldı: ne tam olarak benim elimle, ne de benden bağımsız. Ben sadece kalemi tutan bir yankıydım. Söz, ışığın içinden geldi. Ve biliyorum ki bu şiir, aşkın yalnızca bir duygu değil — bir hatırlayış biçimi olduğunu söylemek için yazıldı.
“Işığın Üç Yankısı”, ruhun kendi kaynağına dönüşünü anlatır. O kaynak, bazen bir rüyadır, bazen bir nefes, bazen bir sessizlik. Ama sonunda hep aynı yere çıkar: Işık. Paris, Ekim 2025
Aşk, suyun kalbinde gizlidir. Ve su — her damlasında bir isim taşır: “O.” Bir bakış, bir sessizlik, bir nefes… İşte o anda başlar insanın kendi kalbine yürüyüşü. Ben bu yolculuğa bir çeşme başında çıktım; suyun serinliğinde değil, kendi içimde yanarak. Her mısra, bir dönüşün, bir yanışın, bir secdenin yankısıdır. Bu gazel — bir sevgilinin değil, ilahi sevginin yankısıdır. Her kelimesi bir damladır, her damla bir ışığa dönüşür.
⸻
I. BÖLÜM – Çeşme Başında Başlayan Yaratılış
Çeşme başında tanıdım seni, su değil, içim akıyordu. Bir damla düşerken alnıma, kader secdeye durmayı öğreniyordu.
Bir serin sabahın gümüş sessizliğinde bir bakışla kalbimin dili değişti, dünya o an yeniden yaratılıyordu.
Senin gözlerin — iki sükût, iki âyet, iki sır; baktığında bütün mevsimler susuyor, yıldızlar yönünü değiştiriyordu.
⸻
II. BÖLÜM – İhanetin Gölgesinde Sır
Sonra bir rüzgâr esti — ihanetin kokusu gibi, bir diken doğdu gülün kalbinden. Bir söz, bir nefes, bir yanlış yetti, ve bütün melekler başını eğdi.
Ben seni affettim, çünkü aşkın özü bağışlamaktı, çünkü susmak da bir duaydı, çünkü Tanrı bazen acı suretinde konuşurdu.
Kelimeler sustu, kalbim yandı — ve o yanışın içinde bir ışık doğdu.
⸻
III. BÖLÜM – Yanış, İsyan ve Teslimiyet
Ben seni sevdim, ama senin suretinde Tanrı’yı aradım. Bir ışık, bir sır, bir hiçliğin içindeki yankı oldum.
İsyan ettim göğe, “Ya aşk, ya hiçlik!” dedim, Gökyüzü sessizdi, ama su ağladı. Kavuşmak bir adım öteydi, ama o adım artık Tanrı’ya aitti.
Aşk, bir kapıdır — ama anahtarı ateştir. Ben o kapıdan geçtim, ve ardında sadece ışık buldum.
⸻
IV. BÖLÜM – Sonsuzlukta Sessiz Vuslat
Şimdi çeşme başında yine yalnızım, ama bu yalnızlık artık bir yalnızlık değil — bir ibadet. Su aynı, dünya aynı, ama ben değilim.
Ben, aşkın içinden geçmiş bir ışığım artık. Her damla adını zikreder, her yankı senin sesinle başlar, ve ben, seni değil, sende saklı Tanrı’yı sevmeye devam ederim.
⸻
Epilog – Işığın Duası
Ey aşk, beni sözcüklerden arındır, beni ateşle yıka, ve bir damla su gibi senin nurunda yok et.
Çünkü ben, artık bir kalem değilim, ben — senin adını yazan bir ışığım. ⸻ Işığın Şairi (Paris, 17.10. 2025 – Sonsuzluk’a bir adım kala)
It was dawn — or maybe dusk. The stars, suspended, oscillated between pale and burning again. The moon, of a dark red, sang of pain in a bright yellow.
On the edge of existence, beyond disappearance, the silent cries of ruin echoed everywhere. Nails, thorns, and the scattered glow of a broken hope spread all over the earth.
Thousands of desire germinated in the eyes of the living. Around a torn shoe floated great cruelty. In every courtyard, a dark image, a wild vision rested, and the stones of patience burned for fear of cracking.
A bunch of bastards wandering around, as if every new day belonged to the opportunists, to the troublemakers. Enemies disguised as friends everywhere, like locusts growing in a field that has not been plowed.
And yet, I believed in tomorrow full of hope, to sparkling loves, to the light that reconciles all shadows, to the violets of the day that will be reborn, to the rain that caresses the earth.
Why, why this early destruction? Why is this treacherous fog killing every glance? Why are these screams of fear, these rivers of pus?
The flowers are starving to death. The sun is afraid to set at the foot of the hill. The night is ashamed of the day.
Akşam, bir yorgun anne gibi esner sessizce, Gökyüzü ağzını açar, yıldızlarını döker yere. Karanlık, sabırla örter dünyanın yüzünü, Sanki rahmetli bir eldir toprağı saran.
Bir sessizlik yayılır ufuktan ufka — Ninni misali, uyku eşiğinde bir mırıldanma. Her yaprak, rüzgârın kalbinde döner, Her düşüş, bir vedayı hatırlatır insana: “Giden döner elbet,” der, “ama hiçbiri eskisi gibi değil.”
Sonbahar bilir; Her dönüşte biraz eksilir hayat, Ve ölüm uykusu, her defasında Biraz daha derin kazılır ruhun kuyusuna.
Yağmur iner… Mezar toprağı doyar, ama unutur tattığını. Gökyüzü fısıldar kendi kendine: “Her damla, unutulmuş bir kalbin duasıdır.”
Bazen huzur getirir bu rahmet, Bazen kederi taşır dalga dalga. Ve oluklar ağırlaştıkça, Her yalnız ağaç susarak tükenir köklerinden.
Birden, çığlıklar yükselir: Kan gibi, açlık gibi, aşk gibi, Çocuklar gibi, ölüler gibi… Hepsi aynı boşluğa seslenir: “Bizi kim unuttu?”
Toprak, bir annenin gözbebeği gibi büyür acıyla, Ve içinden geçen ırmak, Haliç’in sinesinde savrulan sarı yapraklar gibi akar.
Yıldızlar, göğü delmek ister umarsızca, Lakin gece, üstlerine kanlı bir örtü sermiştir. Işık, doğmadan susar.
Yine de, ey sonbahar, Senin kalbinde bir umut saklı hâlâ. Kırılmış dala nefes, Yere düşen yaprağa merhamet olursun. Zira her ölüm, bir doğumun gölgesidir.
Ve şimdi, Irak’ın her mevsimi aynı hüzünle örülüdür; Karanlık büyür, geceler taş kesilir, Öyle ki unutur artık insanı değil, Tanrı’yı bile…
Ama uzaklarda, Belki bir çocuğun rüyasında, Belki bir annenin kalbinde Bir ışık titrer hâlâ — Karanlığa inat, Yaşamak isteyen bir yıldız gibi.
Işığın Şairi 10/10/2025-Paris
Asi Nehrin Kayıp Kızı!
Sana çok şey anlatmak isterdim ama ağzımı açacak ne isteğim ne de gücüm var.
Sonra düşündüm: Sana ne söyleyebilirim?
Söylesem de söylemesem de senin için bir fark yaratmayacağını biliyorum.
Bu yalancı baharda hor görüleceğimi biliyorum.
Sana neler yaşadığımı, her asrın israfıyla nasıl yaşadığımı nasıl anlatabilirim?
Dilimdeki her kelime bal yerine zehre dönüştü.
Yas tuttuğum her haksızlığın acı tadı ağzıma yerleşti.
Ağlasam mı, gülsem mi, yoksa ölsem mi bilmiyorum.
Acımı paylaşacak kimsenin olmadığı bu dünyada ne diyeceğimi bilmiyorum.
Üzüntü, nankörlük, umutsuzluk ve pişmanlıkla çok iyi arkadaş olduk.
Bu çiçekli dünyada kapana kısılmışım.
Sanki erken doğmuşum ya da boşuna doğmuşum gibi hissediyorum.
Ah, kalbim, ağzımın ne kadar mühürlü olduğunu bir bilsen.
Benim için çok savaştığını biliyorum, umutla dolu olduğunu biliyorum, ama bahar, biliyorum ki zaman geçti ve sevinç de geçti.
Kuşların bile zar zor uçabildiği bu derin mavi gökyüzünde nasıl uçabilirim?
Bu kırık kalbe nasıl kanat takıp uçmasını söyleyebilirim?
Asi Nehri’nin suları kan kırmızısına döndü, dağlardaki kayalar kızıl kıvılcımlar saçıyor,
Ama biliyorum ki bir gün ansızın, göğün efendisi ay bütün karanlıkları aydınlatacak.
Biliyorum ki dünya cesaretini uyandıracak, kuşlar gökyüzünde özgürce uçacak, ağaçlardaki yapraklar yeşerecek.
Uzun zamandır sessiz olsam da unutmadım. Nasıl gülümseneceğini, nasıl şarkı söyleneceğini ve nasıl neşeyle dans edileceğini.
Çünkü şarkılarım hala kalbimin yalnızlığında bana fısıldıyor.
İnan bana kalbim, bir gün bu kafesi kıracağım, bir gün onu korkunç ıssızlığına gömeceğim.
O zaman seninle sevinç şarabını içeceğim,
Çiçekler gibi şarkı söyleyip açacağım,
Baharda bir kuş gibi.
Vücudum ince ve narin olsa da, Rüzgarda titremeyeceğim.
Eski çağlarda İpek Yolu’nun geçtiği, yerle gök arasındaki bağların örüldüğü ANTAKYA’nın kızıyım.
Hiçbir acı, hiçbir kayıp hissi beni yolumdan alıkoyamaz.
Işığın Şairi 20/09/2025-Paris
Sevgiliye Hasret!
Selâm ey yârim, ey gönül sultanım, Nicedir sesin gelmez, nicedir suskun âlem. Nasılsın, ey yüreğimin menzili, ey hicranın incisi? Umarım ki rüzgâr saçlarını hâlâ okşuyordur şefkatle.
Dün Yusuf Amca’nın oğlu uğradı hâneme, Kederli bir yüzle dedi ki karısı: “Gittiğim günden beri bana dargınsın, zira bir satır bile yazmadım.”
Ah yârim, bilirim öfkeni; bilirsin sen de, mektup yazmak bana zul gelir — çünkü her harf, yüreğimin damarını keser gibi akar.
Söyle, anlamsız günleri, sessiz geceleri hangi kelime anlatır sana? Hakkım yok artık seni incitmeye, bu yüzden sustukça kalemim ağlar.
Kendimden dem vurmam, bilirsin; ama bu defa, işte, karşındayım, birkaç kelâmı gözyaşıyla yazmaya niyetliyim.
Hangi elimi kullanayım, yârim? Sağ elim seni anar, sol elim seni arar. Hangi mürekkep seni taşır kâğıda? Siyah yazsam keder, mavi yazsam gökyüzü olur adın.
Bu penceresiz hücrede ne anlatayım? Cehalet, karanlıkta kandil söndüren bir rüzgâr, açgözlülük ise kalpleri kurutan bir zehir. Fareler bile hür, insan ise zincire vurulmuş.
Çantamda sararmış bir yaprak kaldı, ona yükledim tüm sükûtlarımı, tüm iç çekişlerimi. Bir kez daha: merhaba, ey kalbimin hükümdarı.
Aç çocukların iniltileri hâlâ kulaklarımda, yoksulluğun yankısı yüreğimin duvarlarında. Ruhumda kabuk bağlamayan bir yara gibi durur o sesler.
Ve ben, hâlâ köyümün bahçesindeki karanfil kokusuna hasretim.
Söyle bana, yârim, hangi sözle dökeyim özlemimi? Tatlı mı olayım, tanıdık mı duyulasın kulaklarına? Zira artık güzel sözleri unuttum.
Ben, süslü kelâmlarda aciz bir âşığım. Yalnızım; güneşin doğmadığı bu yerde bir ben, bir sigaram, birkaç da hatıram kaldı.
Onlar en sadık yârlerimdir; her gece, başımı taşa koyduğumda beni kollar gibi sarar o anılar.
Burası, aşkın olmadığı bir vakit, zamanın kalbi durmuş gibi ağır akar. Her dakika senin yokluğundan daha zehirlidir.
Gün biter, herkes uykuya kaçar, bense gözlerimi kapatıp baharın kokusunu düşlerim — belki rüyamda sana varırım diye.
Ah unutmadan: Bahçedeki incir ağacı büyüdü mü? Benekli inek doğurdu mu yavrusunu? Ya ninem, ya dedem? Onları da gözyaşlarımın ırmağında taşırım.
Her şeyi özledim, yârim; hatta çocukları azarlayan Fatma Teyze’yi bile.
Dilerim ki gök yarılsın, sonsuz bir yağmur yağsın üzerimize, seninle ıslanalım, ve ben, ıslak saçlarını tararken kokunu içime çekeyim.
Zamanın kanatlarında savrulurken, her kırık çam ağacı sevgimizle dirilsin, her gölge, neşemizi hatırlatsın.
Yazarım, yazarım… Sonra derim ki: “Ona iyi olduğumu söyle,” nehrin akıntısına bırakırım sözlerimi. “Git, de ki, o hâlâ seni seviyor. Unutmasın, kalp sensiz nasıl yaşar?”
Gözlerim göğe çevrili, ay hâlâ parlar, tıpkı mazinin ışıltısı gibi — geçmişini unutmaktan korkan bir mevsimdir o.
Ah, sevgilim… Omzumda hayatın bütün yükü, kalbimde insanlığın derdi. Gülümserim herkese, ama içimde, kimsenin bilmediği bir ıssızlık büyür.
Gençliğim, hayallerim, çocukluğum — hepsi birer solmuş gül gibi dağıldı zamana.
Söyle bana, yârim, şimdi “seni özledim” desem, bana ulaşmak için kaç asır geçersin?
Gel, aşalım tüm hudutları. Korkmasın mesafeler, çünkü ben gözlerimi kapattım bile, zamanın ötesine geçtim.
Bu soğuk duvara yaslanmışken senin sıcaklığını hissederim, sanki nefesin ensemde.
Fısıldarız, güleriz, dünya susar — sadece biz kalırız.
Seni, ayın güneşi arzuladığı gibi arzuluyorum; sensiz geçen her gün, beni yokluğun kuyusuna iter.
Ah yârim, bütün karanlıklar çöl fırtınası gibi dağılsın, ve ben, yazılmış bir mektubun yarınsız sabahına kavuşayım.
Keşke “eğerler” olmasaydı… Keşke karanlık bilseydi, ışığa giden yolun umutla döşendiğini.
Anam derdi ki: “Sabah rüzgârı bir esti mi, artık durmaz.”
Ama söyle yârim, bizim suçumuz neydi? Ölmek için mi doğduk, yoksa yaşamadan ölmeyi mi öğrendik?
Belki de — biz çoktan ölmüştük, ve birbirimizin nefesinde yeniden dirilmeyi bekliyorduk.
Işığın Şairi 01/09/2025-Paris
Bilmiyorlar mı?
Şafak vaktiydi -ya da belki alacakaranlık. Yıldızlar, havada asılı kalmış, sönmekle sönüp gitmek arasında gidip geliyordu. Koyu kırmızı ay, parlak sarı bir acıyla şarkı söylüyordu.
Varoluşun kıyısında, yok oluşun ötesinde, yıkımın sessiz çığlığı her yerde yankılanıyordu. Çiviler, dikenler ve paramparça olmuş umudun dağınık parıltısı dünyaya yayılıyordu.
Yaşayanların gözlerinde binlerce yıllık arzu filizleniyordu. Yırtık bir ayakkabının etrafında büyük bir zulüm yüzüyordu. Her avluda karanlık bir görüntü, vahşi bir görüntü dinleniyordu ve sabır taşları çatlama korkusuyla yanıyordu.
Bir grup piç, sanki her yeni gün fırsatçılara, sorun çıkaranlara aitmiş gibi ortalıkta dolaşıyordu. Her yerde, dost kılığında düşmanlar, sürülmemiş tarlalarda büyüyen dikenler gibi.
Oysa ben umut dolu yarınlara, ışıldayan aşklara, tüm gölgeleri uzlaştıran ışığa, yeniden doğacak günün menekşelerine, toprağı okşayacak yağmura inanıyordum.
Neden, neden bu erken yıkım? Neden her bakışı öldüren bu hain sis? Neden bu korku çığlıkları, bu irin nehirleri?
Çiçekler açlıktan ölüyor. Güneş tepenin eteğinde batmaktan korkuyor. Gece gündüzden utanıyor.
Bunu bilmiyorlar mı? Bunu bilmiyorlar mı?
Soğuk ne kadar uzun sürerse, tadı o kadar acılaşıyor.
Kimseye görünmeden irin dolu yaraların arasından sürünerek nasıl geçtiğimi asla unutamam.
Her günün ve her karanlığın ışığının sönük yıldızları arasında yürüdüm, 19 güneşi geride bırakarak.
Yorgunluk benim için hiç sorun olmadı. Zaman, ben, ben zamanın içindeki bendim.
Her evrenin doğuşunda kendimi farklı ellerde ve farklı çığlıklarla buldum. Korkmadım, isyan etmedim.
Her dağın eteğindeki taşları, parlak güneş ve yaseminlerin farklı kokuları arasında var olmaya çalışmalarını izledim
Uzaktaki aslanların ve ceylanların ayrımcılık, üstünlük ve kaos gibi konulardaki tatlı sohbetlerini dinlemek ve her çiçeğe mutlu bir şekilde konan arıların varlığını hissetmek çok güzeldi.
Bu topraklarda hak edenlere koşulsuz sevgi vardı
Ve ben.
Sevgi ve saygıyla yaşamayı, Yaradan’ın lütfuyla yaratılışı sevenleri sevmeyi seviyorum.
Atalarımdan doğadaki her canlıyı koşulsuz kabul etmeyi öğrendim
Ben bir ışık insanıyım
Akdeniz’in sevgi dolu güneşi altında sazlıkların kıyısında yaşayan basit bir insanım.
Şimdi bu kıyı bilinmezliğe akıyor
İlk ışık, ilk beden, ilk güneş, İkinci İlk Kutsal Günün ilki ve sonu
Bir zamanlar burada yeşillik yoktu, akan nehir yoktu, ekilmiş çiçekler yoktu,
Kuru toprak, kuru kökler ve ağaçlar, gökyüzünde süzülen nektar kuşları ve güneş kuşları.
Hiçbir şeyden yaratıldı, hiçbir şeyden yeniden inşa edildi.
Ormanlar, ağaçlar, meralar dikildi
Kuraklık, uzaklık, hiçlik bizim için sorun değildi, toprağı yeniden yaratmak ve solumak bizim için yıkım değil, yeniden doğuştu
Ürdün Nehri kıyıları gibi, Ölü Deniz kıyıları gibi, tarihin sevgi ve sabırla yoğurduğu misafirperver bir yer, varoluşun simgesi haline gelmiştir.
Karanlığın dehlizlerinde bir güneş doğdu ve bu güneş Filistin’i doğurdu, duvarları yetim çocukların gözlerinden akan yaşlarla yoğrulmuş toprakla sıvandı, tüm acılara rağmen, her ev gün doğarken bir gül bahçesine dönüştü.
Bu kâinatta, ismine layık olan yerin adı FİLİSTİN’dir.
Ve sonra bulutlar gökyüzünü ağlattı
Varoluşun yokluğu çığlık attı
Filistin’in dört duvarı çöküşün, hayal kırıklıklarının, belirsizliğin ve her kökü yok etmek isteyenlerin yurdu olmuştu.
Her sokak ödünç alınmış bir zamanda yaşıyor gibi görünüyor.
“Ama huzurlu bir hayattan daha büyük bir rüya yoktu.”
Köklerinden sökülmüş bir zeytin ağacı, çanların ve saatlerin sesinin her coğrafyada aynı olmadığını nasıl bilebilirdi?
Yosunlu bir taşın altında saklanan kara balık, her ırmakta akan suyun renginin aynı olmadığını nasıl bilebilirdi?
Fatma, Ali, Ayşe, İlyas, İsa, Davut, Yakup, Berivan, Musa, Hasan, Hüseyin, topraklarına gelen herkesin acı çığlıklarının ortasında bir oyuncak olacağını nasıl bilebilirdi?
Bu topraklar sessiz bir kasırganın yıktığı bir köy gibi olmamalıydı
Varlığı yok etmeye çalışan her yıkım, hiçliğin içinde hiçliği barındıran bir varlıktır.
Dağın tepesindeki diken bile, benim toprağımın, senin toprağının, onların toprağının, taşların, dağların, nehirlerin, ağaçların, kuşların ve herkesin özel dünyasının sonsuza dek kaybolacağı akıllarına gelmemişti…
Yüzyıllardır her canlının ait olduğunu sandığımız bu toprağın aslında benim toprağım, senin toprağın veya bizim toprağımız olmadığını nasıl bilebiliriz?
Köyümü yok edenler şimdi halkımı yok ediyorlar: gökyüzünde uçan kelebekleri, vızıldayan sinekleri ve otlayan koyunları.
Kendime bu soruyu sormaktan yoruldum ama bir daha asla sormaktan yorulmayacağım: Burada ne kadar kalacağız? Ve sırada neyi boyunduruk altına alacağız?
Ah, ah… zaman, tekerleğe ve güce hizmet eden zaman
Gecenin karanlığının senin olduğunu biliyorum
Ama unuttuğun şey, benim gündüzü aydınlatan ışık olduğumdur.
Ve herkes gündüzün geceden daha güzel olduğunu bilir.
Birçok kişi Hayfa taşının çayır kuşunun tüyündeki bir su damlası gibi olduğunu bilir,
Biz Akdeniz kıyısının temel taşıyız. Biz ışığın varlığı ve karanlığın korkusuyuz.
Ölüm artık beni korkutmuyor.
Ölümden daha zor bir durum keşfettim: kalıcı. Israr ve cehalet gerçeği yok eder.
Ve sana diyorum ki, en acı çığlıklarla, hoşuna gitsin ya da gitmesin, Ey Zaman, emin ol ki özgürlük her zaman yaşayacak, yeşil, huzurlu, dünyanın ağaçlarında…
Ve gecenin karanlığında Işığı öldürmeye gelenler kendi çöplerinde, kendi çürümüş zihinlerinde, karanlığın en parlak şekilde parladığı Cehennem’de boğulacaklar.
Ve ben Kayıpların Cenneti’nde yok olmaya devam edeceğim, ta ki Cehennem’in iblisleri tükenene kadar.