Etiket arxivi: Müşfiq ŞÜKÜRLÜ

BENİM MİNİK SERÇEM

Yazar: Müşfik Şükürlü
Çeviri: Turan Novruzlu

BENİM MİNİK SERÇEM
(Tarih: 2023-11-03)

“…öyle yalnızım ki, Blum…” Coys “Uliss”

“Road”a arkadaşlarla toplanıp içki içiyoruz. Öğrencilik yılları. Gençlerin cebinde belki fareler kapışıyordur ama, biradan başka herşeyin pahalı olduğu “Road”a gitmeğe deyer.

“Road”dayım.
Üç-dörd garson var. İçerisi bir haylı karanlık. Durmadan çalışıyorlar mı? Hayır, barın önüne mi toplaşmışlar? Galiba, arkasına. İçlerinden bir tanesi erkek. Kalanları kızlardır. Birisi çok tatlı. Doğanın mucizesi gibi. Eğer şimdi doğayla poetik bir bağlantı kurmak gerekirse, demek ki, o, tam anlamıyla gerçek bir serçe. Göz, burun, kaş, dudak – arılar çiçeklerden toplamışlar. Tadına baksam olur mu?

Güzellik elbise gibi eğnine biçilmiş sanki. Belki sadece karanlıkmış? Tatlı yalanlar. Koynunda mışıl-mışıl uyumak isterdim, sözün kısası. Ruj yoktu dudaklarında, kırmızı dudakları vardı. Az önce anlattığım gibi doğanın lutfuydu güzelliği.
Az önce bana yaklaştı, biramı tazelemek için elini bardağıma uzatıp gözlerime baktı. Şu güzellik için secdeye bile gidilir… Etraftakilere ayıp olmasa şu Don Kişot Dulsineyasının karşısında diz çökecekti. Onu bir yudum sevgiye misafir etmek istedim ve dedim : “Bir tane daha, lütfen.” Ortalarda gözükmüyor. Nereye kayboldu? Güzellik dediğin böyle bir şey işte. Arkasınca koş, koşa bildiğin kadar, bakalım yakalayabilecek misin? Aniden masaların arasından geçiyor, uzun saçları işveyle havada dans ediyor. “Geçiyor” demeyelim de sanki birileri kovalıyordu onu, zaman makinesindeymiş gibi Vıyyyy… Tanrı da bizi hiçlikten böyle yaratmış olmalı. Nereden çıktı, nasıl geldi? Dostluğunuzun değerini yitirmemesini istiyorsanız, az-az görüşün.

Uzun uzun göz süzüyor, varlığımı ödüllendiriyormuş gibi. Kalabalık bayrak kaldıran hakimdir, bense oyunu terkeden futbolcu. Yalnızlık her zaman hüzünlüdür. Subliminal mesajlardır yüzünü güldüren. Ama iğrençliğe yol vermek olmaz.

İkinci bardağı şişman kız getiriyor. Başım dik ama kipriklerim yer süpürüyor. Bende zaman anlayışını kaybetmiş şair görkemi var. Mesela, sigaranın dumanıyla metafizik atmosfer oluşturuyorum. İnsanlara bakmayı beceremiyorum. Bir az egoluyum, bir az da heyecanlı. Belki de korkuyorumdur. Kendimi anlamak zor geliyor bazen, aslında anlayacak bir şey de yoktur. Televizyonda futbol programı var. Ama hiç kimse izlemiyor. Sadece sesini duyuyoruz. Kahkahalar, buz kesmiş bardakların sessizliği, o bardaklara dikilmiş , dalgın bakışlar. Futboldan sonra sıra kliplere geliyor. Bir şeyler olmalı, bir kavga, bir olay mesela, hayat bu kadar cansıkıcı olamaz!
Tek başına oturmak çok hüzünlü ve acayip bence.. Dışarıdan bakınca da hiç hoş gözükmüyor. Arkanca birilerinin fısıltılarını duyuyorsun, seni çekiştiriyorlar. Belki de toplum olarak o kadar da olgunlasmamışız, ne bileyim. Belki , hollandlar da kafede yalnız başına oturan biri hakkında iyi şeyler düşünmüyorlar.. Neyse. İncebelli bardağımı avcumun içine alıyorum. Ahşap masada tıkırdattığım boş bardağımın köşesiyle sipariş veriyorum. “Road”da aniden ortam sessizleşiyor. Birer birer arkaya dönüp bana bakıyorlar. Kızları anlayamıyorum, panikliyorlar mı, gülüyorlar mı bilmiyorum.
Garson yaklaşıyor. Busefer bir tane erkek garson gelmişti. Yüzün ifadesini beğenmiyorum. Neden memnun değil acaba?

  • Bira?
    Sağ kaşından döktüğü, gözünün yarısını kaplamış siyah kekili fırçanın eğilip kurumuş tüyleri gibi cansıkıcı ve hareketsizdir. Elinin tersiyle onları arkaya doğru toplamaya çalışması da bir işe yaramıyor. Hayatla çokdan bağlarını koparmış, fosilleşmiş, hafif kuş tüyü gibi yeniden kayarak kirpiklerinin üzerine düşüyor.
  • Ever, bira getir. Yanında da fri olsun.

Azönceki geçici olumsuz yüz ifadesi değişiyor. Yüzünü sahte, ama işıklı bir gülümsemeyle kaplıyor.

  • Olur. – Sağ elini havaya kaldırıp, sahte gülümsemeyle, ” yalnız sessiz olun” söyleyerek mutfağa doğru gidiyor.

Oleyyy. Kavgaya sadece bir adım kaldı. Şimdi ya herşeyi oluruna bırakıp görmezden gelmek lazım , ya da çıktığım yola devam etmek. Bardağı sakince masanın altına ,aşağıya doğru indirdikten sonra aniden 90 derecede yukarı kaldırıp sevimsizin suratına fırlatmak… Siyah kekilini kırmızıya boyamak! İyi fikirmiş gibi gözüküyor.

  • Başüstüne.

Şimdilik biraya devam.

30 dakika.

Ben hazırım. İçkiye devam. Bu, ben değilim. Eğer şimdi olsaydı, mutlaka “Dur, bu kadar yeter.” derdim.

  • Hanım kız nerde?

Boş bardağımı elinə alan şişman kızı bakışlarımla bekletiyorum.

  • Kim?
  • Uzunsaçlı kız. …Boyunlu kazağı olan. Tatlı kız.
  • Burda. Neden sordunuz? – hafifçe gülümsedi.
  • Neden bana o hizmet etmedi, biramı neden o getirmedi?

Dudakları biraz da yanaklarına doğru kayıyor, mutlu dişleri bakışlarımı ısıracakmış gibi gözüküyor.

  • Tamam, getirmesini söylerim ona .

Gelsene bu gece bir- birimize sarılıp uyuyalım.
Sıcak yatak sorun değil, yoksa yatağı mı dert ediyorsun?

Ben öyle sandım ki, o bana doğru gelecek ve “buyurun, beni istemişsiniz” söyleyecek. Şaka mı yapıyorsun? Böyle bir şey nasıl olur? İzlediğim filmlerden aşk sahneleri kazınmış galiba hafızama. Açık saçık sahneler daha doğal olurdu belki. İhtiraslı, nazlı adımlarla masaya yaklaşıp kollarına teslim oluyorsun, güzel olmaz mıydı? Dur, dur! Toparla kendini. Ne istiyorsun acaba?

O, yine masaların arasından parmak uçlarında ışık hızıyla gözlerimin önünden kayboldu. Arka tarafa, belki de mutfağa.

İğrençliğe yol vermek olm…

Ben sadece saçlarını,yanaklarını okşamak istemiştim, dudaklarının tadına bak… Göğsüne dokunsam… hayır, hayır, o anlamda değil. Sadece teninin sıcaklığını… İğrençliğe yol… Ama…

Ben kıskançlık krizine giriyorum. O biraz uzaktaki masalardan birinin önünde hemin o kekilli “horozun” saçlarıyla oynuyor. Sağ kolunu masaya dayayıp sol ayağını yarı katlamış biçimde aynada kendisini seyrediyor. Offf, kadınlar! Onlardan birşeyler saklamak mümkün mü?! Peki ama kızları nasıl kandırıyorlar bu uçkuruna düşkün “sırtlanlar”? Oysa duygu meleği değil mi tüm kızlar, kadınlar? Kendi çıkarları için aşk sahneleri hazırlamakta onların üstüne var mı?
Beni sesliyor.
Hayallere kapılma, güzelim. Kendime bile söz geçiremiyorum.
Hüzünlü bir sahne. Bardağımı elime alıp masamı arkaya doğru itiyorum. “Dzrrrr”… ve ireliye doğru. Tıpkı ünlü filmlerdeki gibi. Elimdeki bardağımla koluma çok romantik bir tarz ekliyorum. Bara yaklaşan tenim ve adımlarımın uzlaşmasına söz olamaz. Bak, böyle. Bekle,geliyorum.
Bu ne rahatlık böyle. Yüzünün şekli gri duvarlar gibi. Kadın erkeğin toprağıdır. Böylesine tohum serpmek lazım. Yok, galiba bakışlarımı sınıyor. Ya da bekliyor. Ne söyleyecek şimdi bu? Yani nasıl söylesem, beyaz kağıt siyah kaleme muhtaçmış gibi.
Sonunda hedefime ulaşıyorum. Kekilli “horoz” da benim kararsız halimden bıkmış olmalı. Güzel kız da sonunda dile geldi:

  • Ne kadar peşimden koşacaksın. Yeter artık, düş yakamdan!
    Öğrenci işte…
    Konunun şu kekilli horozla ne alakası var?! Seni kim çağırdı, sırtlan, sana ne?! O bana seslendi :
  • Sorun ne? Kaşınmayan yerden kan mı çıkarmak istiyorsun?
    Galiba, evet, güzel bardağım. Benim sevimli silahım.
    Tappp. Kırılıp kum gibi etrafa saçılmış ince bardaklar yalnız son anlarda insan acısına, sese dönüşe, çığlığa benzeyebilir. Elimdeki bardaksa şimdilik sağlam…Bir kaç saniye sonra Kekillinin masaya doğru eğilmiş kafası dengesini kaybediyor ve teni de kafasının eğildiği yöne doğru süzülüyor…

Sanki gök gürlemiş, fırtına çıkmış gibi kızların çığlığı etrafı sarıyor. Ama uğruna kavga ettiğim minik serçem nerde? Cik. Cik. Cik. Bulamıyorum. Gözlerim kararıyor. Galiba bana vurdular. Tanrı bizi hiçlikten böyle yaratmış olmalı işte. Nereden geldi, nasıl kayboldu? Dostluğun değerini korumak istiyorsanız , az-az görüşün. Cik. Cik. Yok oldu. Benim minik serçem…

Müşfik Şükürlü. ARKADAŞ.

ARKADAŞ
(öykü)
Bir kadını sevmek o kadar zor ki… Şimdiye kadar
sevmemiş olduğunu anlamak ve yirmili yaşlarda
bir gencin kendi yaşlarındaki bir kızı deliler  gibi
severek, sadece, çok zor bir aşk bulmacasının
cevabını bulmak için  yola çıktığının farkında
olmamak  – tüm bunlar yepyeni bir duyguyu keşf
edip sefiller gibi, ateşli bir tufana yakalanmaktan 
başka bir şey değil. Ve inan ki, şimdiki duygularım
ve ilerde yaşayacaklarım  (bu öyle bir şeyle eş
değer ki, sanki çok güçlü bir ilaç  almışım ve
zaman-zaman o ilacın etkisinden ruhumun
derinliğinde daha fazla bir mutluluk  keçi inadıyla
bir gelip bir gidiyor .. ve öyle zamanlarda dumanlı,
meraklı bir yalnızlık bana acı vererek içimi
burkuyor . Belki beynimi etkileyen  bir ilaç
kullanmış olsaydım, aynen böyle olurdu, (ya da
buna benzeyen bir şeyler) kim bilir , belki de
bundan çok daha ağır ve acıverici. Bir kadını
sevmek çok zordur , pamuk kalplim…
Bir aşığın kalbini avuçlarının içinde zarif
parmaklarıyla okşayan toz pembe  hayalimi
yazıyorum buraya. Bak şimdi bir kadını sevmeğin
alev – alev allanan hafif işartılı bir ateşin üzerinde
kendi teninin kavrulup  yanmasına tanıklık etmek
kadar ağır , çok daha ağır olduğuna inana bilirsin.
T üm bunların yanı sıra bence sevgi aynı zamanda
şerefli ve cesur bir duygu.
Beynim kalabalığı izleyip, yankılanan seslere
kulak verdikçe duygu ve düşüncelerimi, ruhumu
ola bildiğince hayalen daha huzurlu bambaşka bir
ortama götürmek arzusuyla – arabalardan, yaya
geçitlerinden uzak, banklarla ve türlü türlü
kitapçılarla kuşatılmış büyük, geniş sokakta
dalgın bir ifadeyle  nereye gittiğimi bilmeden
yürüyorum. Belki her kesin mutluluğu bir birine
karışmış, bekli de beynimde sen olduğundan 
böyle düşünüyorum. Ancak bu mutluluktan vaz
geçmiş ve uzun, çok uzun dakikalar önce yolu
karşıdan karşıya geçerken trafik ışığını geçerken
kırmızı bir arabanın  penceresinin ardından seni ,
ya da ön oturacağı göremeyecek kadar geç
kalsam bile, o küçük sevdalıyı  arıyorum. Her şeyi
aydınlığa kavuşturmak ve bahtım yüzüme
gülecekse, mutluluktan zevk almak için ne
oyunlarım, ne senaryolarım var  bu senli ruhumda,
bir öğrene bilsen!
  Arka sokaklardan birinde hiç sebebini  bilmeden
geri dönüyorum. Hemin an beynimdesin, ruhuma
yansımış gibisin, bir azdan ruhum senin
yüzündeki ifadeye, duruşundaki ürkek ama bir o
kadar da cesaretli yeminliğe göç edecekdir .
Bundan emin ol.
Bak işte, bir az aralıda sen varsın. Sağ tarafda,
beni göre bilecek kadar yakınımdasın ve eminim
görmüşsün artık . Çünkü dudaklarına kelebek
hafifliğiyle bir tebessüm konuyor ve seni rahat
bırakmayan , parmak uçlarına basıp boyunu
yükseltmeye çalışan, lacivert elbisenin eteğinden
yapışmış küçük meleğinin seni çekip götürdüğü
yöne doğru gitmek istemiyorsun. Hayır , orda
benim için beklediğini, öylece baka kalmağının 
sebebinin ben olduğumu söylemiyorum. Ancak
yüzündeki ifade ve  bütünlükle uzakdaki
hayranının bakışlarından güç almış, sol kısmı
aşağıya doğru gerilmiş  dudaklarının evhamlı
ifadesinde varlığımı duyuyorum ve hiç şüphesiz
burada  benim de payım var .
Bu ani ve uzun ruh tutulmasının ardından kendimi
zor da olsa toparlıyorum, kalbimin tenimi delip
geçmesine, ruhumda fırtınalar koparmasına izin
vermiyorum. Ve sana  yaklaşıyorum. Adımlarım
nedense bir haylı hızlı. Oysa belki de sen kalbinin
sesine kulak versen beni bekleye bilirdin. Sana
yetişip sesleniyorum: “Merhaba!”. Yüzünü yana
doğru çevirip bana bakıyorsun ve zaten kalbimi 
gözlerimden okuyup bu kadar güzel anlayacağın
kadar başka ne ola bilirdi ki. Aynen benim gibi,
sakin (kulakbatırıcı, mahrem sessizlik misali) ve
nezaketle selam veriyorsun.
Sana başka ne söyleye bilirdim ki? Bu kutsal
mutluluğa senin varlığını okşamaktan  başka
nasıl bir karşılık verebilirdim  ki?
Bir az aşağıda, asfaltın üzerinde kırmızı elbisesi
gibi   kuş leleklerine benzeyen kiprikleriyle kalbimi
kanatlandıran zarif bir çiçek açmış. Ve o senin 
dizlerine sığınıp bana bakıyor . Ben senden izin
istiyorum: “Kızınızı öpebilir miyim?”. Bu cümle
sade ve derin neşeyle sesleniyor və bu an senin
gözlerinize, dudaklarına ilahi, kutsal bir zariflik
konuyor . “ Olur . ” Ben çocuğun önünde
eğiliyorum, onun ayaklarına  dokunan, yere doğru
uzanmış minnacık, tombik ellerinden öpüyorum,
onun melek yüzündeki masum çizgilər hiç
değişmiyor , sadece, şaşkınlık içinde bana bakıyor .
Bu arada sen bana teşekkür edip sahneyi akışına
bırakıyorsun.

  • Neden bu kadar güzelsin? – Onun saçlarının
    çenesinin önünde yukarıya  doğru yönünü
    değiştirmiş  ve seninki gibi sivrileşmiş, nura
    boyanmış tellerini hatırlatan saç uçlarını okşayıp
    soruyorum.
  • Ne bileyim… (Y a da hiç cevap vermiyor).
  • Seninle arkadaş ola bilir miyiz, güzel kız ?
  • Neden?
  • Mutluluğun bir nedeni olmaz ki. Sadece mutlu
    olmak için.
    Bana verdiği cevabı hatırlamıyorum. Ancak gri -tutkun bir karmaşanın içinde tüm renklerin ve
    hayallerin gittikçe beyaza dönüştüğünü 
    görüyorum.
    Yazar: Müşfik Şükürlü
    Türkçeye aktaran: Turan Novruzlu


MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN YAZILARI

TURAN NOVRUZLUNUN YAZILARI


>>>> ƏN ÇOX OXUNAN HEKAYƏ <<<<

ZAUR USTACIN SATIŞDA OLAN KİTABLARI

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

>>>> MÜTLƏQ OXU !!!

YAZARLAR.AZ
===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.BİTİK.AZ >>>>>> 

Əlaqə:  Tel: (+994) 70-390-39-93     E-mail: zauryazar@mail.ru

ÇİRKİN KIZIN SİYAH MUTLULUĞU

ÇİRKİN KIZIN SİYAH MUTLULUĞU

 (Müşfik ŞÜKÜRLÜ)

  Gözleri kamaşıyor ve güneşin yerini netleştiremiyordu. Evet, başı dönüyordu. Ama çabucak ta geçip gidiyordu. Hava çok sıcak değildi, hatta bir haylı ılıktı, cennet gibiydi burası. Güneş gökyüzü gibi aydınlıktı, bir az beyazlamış gibi, açık yumurta sarısına benziyordu. Gökyüzünün ortasından ufuka doğru kaymıştı güneş,  gözlerini kısarak dikkatlice ona baktığında  gökyüzünün koynuna ışıklı, solgun bir leke gibi yapışmış küçük küreciğin içinde kayboldukça, sanki yerini değişiyor, tıpkı bir tahterevallideymiş gibi kah aşağı iniyor, kah yukarıya doğru çıkıp tatlı tatlı oynuyordu. Yeniden başı döndü galiba. Sırtüstü yere uzanmış olmasaydı gözlerini gökyüzüne dikemezdi. Gözlerini açmasıyla kapatması bir oluyordu. Bu kez güneşin olduğu yeri netleştire bildiği için rahatlıyor. Güneş bir demet solmuş çiçek misali gri bulut topasının göğsüne sokulmuş  sanki kıza öylece bakakalmıştı. Gökyüzüne karışmış gibi gözükse de kaybolmamıştı güneş. Kız göz kapaklarının ardından azcık ta olsa güneşi izlemeye çalışıyor. (başı döndüğü için zorlanıyor) Güneş rahat rahat süzülüyor, sararıyor, ışıldıyordu.

  Evet, o bu gün hastaydı. Yüzünün rengi iyi görünmüyordu, üstelik sürekli başı dönüyordu. Galiba çehresi morarmıştı. Kaşlarını yukarıya doğru kaldırarak kirpiklerinin ardından mazlum mazlum bakıyordu. Kalbinin kupkuru yapışmış dudaklarını bir-birinden kopararak göğsünün altından fısıldıyor:

– Güneşim! Vefakar güneşim! Bu gün neden bu kadar yorgunsun! Kalbim üşüyor, lütfen beni ısıtıcak bir kaç kelime söyle.

  Güneşin düz bir çizgi oluşturan kızılı şafakları onun kirpiklerinin ucunda ışıldıyordu. Ama bu da kalbini ısıtmaya yetmiyor. Güneş bir türlü konuşmak istemiyor. Yine gökyüzünün hisli paslı gri bulutlarına karışarak gözlerini kızın yüzünden çekmeye çalışıyor. Ama hayır, onun gözleri yok ki, bu dev bir göz bebeğine benziyor.

 – Güneşim, bak gittikçe çirkinleşiyorum.

Elleriyle yemyeşil yoncaları okşayarak parmaklarını toprağa saplıyor. Sovuğu bir az daha derinden hissetsin ve böylece güneş onun haline acısın diye.

– Biliyor musun benim yüzüm eskiden de çirkindi. Erkekler yüzüme bakmazlardı. Biliyorsun, anlatmıştım sana, zaten hep görüyorsun. Ben de senin gibi gülümsüyor, dikkatlice onların gözlerine bakıyordum. Ama maalesef hiç birşey bulamadılar bende. Gözlerimde anlamlı hiş birşey bulamadılar, güneşim.” Göz bebeklerinin ışığı renksiz olsa da ayna gibi temizdir. ” demiştin bana. Lakin hiç kimse bunları görmüyor, görmek istemiyor. Benim tenim hep bir deri, bir kemik olmuştur, galiba hep böyle zayıf olacağım. Ne elim, ne kalbim, ne de ki, tenim hiç kimseyle uymayacak. Hiç sevmeyecekler beni. Kalın, siyah, uzun saçlarım var. Saçlarım ışıl ışıl, alev alevdir. Siyah, ışıklı, ihtiraslı ateş misali. Yalnızca saçlarım ısıtabilir bir kalbi. Ama ihtiraslı, asi bakışlı gözler de bulamıyorum. Aşktan umudumu kestim artık. Varsın acemi olsun, ama üzerime atılsın, bir asi aslan gibi yesin, parçalasın ruhumu. Hayallerime  baksana güneşim. Çok yorgunum görüyor musun? Kalbim hayata yenik düştü. Sen de mi beni kınıyorsun? Ama neden? Bugüne kadar sevgisiz bir şey istemediğimi biliyorsun. Ama galiba artık içim fesatlaşmış, ruhum kirlenmiş. Artık ne kalbimi, ne de tenimi istemiyorum. Nasıl başedeceğim kalbimle? 

 Güneş bulutların arasında azacık kayboluyor. Sonra yeniden ışık saçıyordu.

 – Benimle konuşmak istiyorsun öylemi? Hadi, söyle bakalım, güzel  kadınlar ne yapıyorlar? nasıl bir hayat yaşıyorlar.Onlar da sevilmek istiyorlardır, biliyorum. Ama benim kadar değil. Benim kadar yokluğa mahkum, umutlarını yitirmiş, hatta hayalleri tarafından terkedilmiş bir tane kadın bulabilir misin güneşim?

 Galiba baygınlık geçiriyor. Aniden başı çok kötü dönüyor. Yer, gök, güneş bir anlık yerlerini değişiyorlar sanki.  Elleri nemli toprağın içinde yere dikilmiş kırık bir dal parçası gibi öylece toprağa saplanıp kalıyor. Şimdi o bambaşka bir yerdeydi. Herşey bembeyazdı. Ama sonra o ışıklı bembeyaz hiçlik te gözden kayboluyor…

 Belki de şimdi hayal kuruyordur. Buna rüya da diyebiliriz. Neredeydi o? Bunu söylemek çok zor. Şimdilik etrafta hiç birşey yok. Bizim çirkin kız ne kadar tatlı olmuş böyle. Yüzündeki çizgiler hiç değişmemiş, eskisi gibi dik bir az da çirkin burnu, ok gibi ama seyrek kaşları, üzüm yaprağını saplağı gibi ince dudakları ve yüzünün az kalsın kemiklerine yapışmış derisi. Tüm bunlara rağmen  yüzünün derisi ne kadar da güzeldi. Sanki yüzüne kan gelmiş, çehresi aydınlanmıştı. Uzun, kalın saçları sırtına yaslanmıştı.

 Bak, az ileride bir orman görünüyor. Tıpkı onun saçları gibi kalın ve sevecen bir orman. Hangi mevsimdeydi? Galiba ilkbahar değildi. Ama her şey kızın gözlerindeki ayna berraklığı kadar ifadesizdi.

 Ormanın derinlerine doğru ilerliyor. Üzerindeki elbise (bu pembe bir elbise, beyaz ipek gömlek ve pantolon da ola bilir) pek gösterişli olmasa da etraftaki herşey gibi gönül ferahlatıcak kadar güzeldi.

 – Eyyy… Güneşim, neredesin? Sarı bebeğim, ben geldim, burdayım.

 Ağacların yaprakları ona dokunmuyor. Ağaçların dalları ne kadar da yüksekmiş. Galiba kanatlanıp uçsa bile erişemez onlara. Ve işte geniş, güzel bir tarlaya varıyor. Güneş çok aydın gözüküyor. Her yer sapsarı çimenlerle kaplı.Bir haylı uzakta, tepenin orda çamurlu bir gölet vardı. Kızın ormandan çıkıp tarlaya vardığı yerden düzenliğin ortasına doğru açık sarı, kırık yeşil yoncalar uzaktan deniz mavisi gibi gözüküyordu. Orda  küçük, kısa, zarif bir ağaç sanki kanatlarını açıb gökyüzüne doğru uçacakmış gibi öylece kalakalmıştı. Yaprakları, dalları tıpkı bir kuş kanatları gibi sık ve dolgundu.

 Aniden teke at ağacın yanında burnunu toprağa dokundurarak kişnedi.

  – Güneşim, burdayım. Neredesin? Bak, ben geldim. Eyyy…. Sarı bebeğim, burdayım!

   Kız tüm gücünü toplayarak bağırıyor. Sesi göleti de,  uzaktaki tepeyi de ötüp geçiyor. Sanki sarı çimenlerin koynuna atılsa kaybolup sonsuzluğa kavuşucakmış gibi oluyor. Kız koştukça sarı çimler onu göğsüne kadar kaplıyor. Başka türlü nasıl olabilirdi ki!

 Sonunda güneş cevap veriyor.

 – Burdayım, gölün oraya gelir misin? 

Ses sanki kuyunun derinliğinden geliyordu. Ama galiba yer de, gök te konuşuyorlardı. “Burdayım” kelimesi otların üzerinden rüzgarla birlikte  azgın deniz dalgaları gibi köpürüyor. At yeniden kişniyor, bu kez güzel ve büyük kafası gökyüzüne bakıyor.

  Kız sanki kanatlanıp uçuyor. Sevinçten yüzünde güller açmış. Gözleri su kadar berrak. Şimdi onu görən olsa güneşin okşayıp öptüğü göz bebeklerinin simsiyah rengine şaşırırdı herhalde. Etrafta çok uzaktan bile farkedilen ışıltı yayılmış. Rüzgar kızın saçlarında dansediyor, onun sırtı, omuzları ve saçları  arasında zarif boşluk oluşturmuş. Kız ağaca doğru yaklaşıyor. O gittikçe at ta ilerliyor. Teke at gölete doğru gidiyor. Kız kıvrak teniyle ağacı selamlayıp atın arkasından koşuyor. Sevinç ve mutluluk çehresini neden terketmiyordu acaba? Onun saçları atın boynunda kanatlanmış siyah mutluluk gibi rüzgara ters yönde  havada uçuşuyor ve öylesine derine, boşluğa taraf koşuyordu ki, onları görmezden gelmek mümkün değildi…

  Çamurlu göletin kenarında sükunet saçan bembeyaz bir at görünüyordu.

UYĞUNLAŞDIRDI: TURAN NOVRUZLU

MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN YAZILARI

TURAN NOVRUZLUNUN YAZILARI


>>>> ƏN ÇOX OXUNAN HEKAYƏ <<<<

ZAUR USTACIN SATIŞDA OLAN KİTABLARI

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

>>>> MÜTLƏQ OXU !!!

YAZARLAR.AZ
===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.BİTİK.AZ >>>>>> 

Əlaqə:  Tel: (+994) 70-390-39-93     E-mail: zauryazar@mail.ru

VII Beynəlxalq Kitab Sərgisi çərçivəsində “NƏRGİZİN NAĞIL DOSTLARI” kitabının imza günü və oxu saatı keçirilmişdir

Turan Novruzlunun kitabı

Vll Beynəlxalq Kitab Sərgisi çərçivəsində “NƏRGİZİN NAĞIL DOSTLARI” kitabının imza günü və oxu saatı keçirilmişdir

Vll Beynəlxalq Kitab Sərgisi çərçivəsində “NƏRGİZİN NAĞIL DOSTLARI” kitabının imza günü və oxu saatı keçirilmişdir. Oxu saatında  “Xarıbülbül” hekayəsi balaca dostlar tərəfindən maraqla qarşılanmışdır. 2020-ci ildə Mücrü nəşriyyatında çap olunan kitabın müəllifləri yazıçı, rəssam Səkinə Z. Bağırova və Turan Novruzludur, redaktoru isə yazıçı, tənqidçi Müşfiq Şükürlüdür.

Mövzusu uşaq hekayələri olan kitabın rəssamı da nağıl qəhrəmanımız olan Nərgizgülünün anası Səkinə Z. Bağırovadır. Kitab Nərgizin babası dünya şöhrətli alim Əsgər Zeynalova ithaf olunmuşdur.

TURAN NOVRUZLUNUN YAZILARI

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

YAZARLAR.AZ
===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.BİTİK.AZ >>>>>> 

Əlaqə:  Tel: (+994) 70-390-39-93     E-mail: zauryazar@mail.ru

BENİM KÜÇÜK MASALIM – Müşfik ŞÜKÜRLÜ

BENİM KÜÇÜK MASALIM

Uyu, neşe kaynağım,

Evde ışıklar söndü.

Bahçedeki kuşlar da uykuya daldı,

Göldeki balıklar da uyudu.

Ben doğarken şiddetli acının ne demek olduğunu anladım  ve annemin acısı canımı esir aldı. Damarlarım çatladı, ruhum kan kesti, tenim ısındı ve ağlamağa başladım. O an ilk kez tatmıştım ayrılığı, ilk kez öğrenmiştim acıya direnmeği…

Yedi aylık bir bebekken öldüm ben, o yüzden kısacık bir öyküyüm.

Hatırlıyorum. Hepsini hatırlıyorum. Alçak tavanlı ahşaptan yapılmış bir evde doğdum. Dar bir salonu ve mutfağı olan küçük üç odalı bir ev. Bak, kapının dışında annemin sesini dinleyen iki çocuk var. Biri dokuz yaşında bir erkek çocuğuydu, ötekini hatırlamıyorum. Kapı açılıyor ve bir kadın çocuklara seslenerek, ortalıkta ele ayağa dolaşmamaları gerektiğini, kapının önünden gitmelerini söylüyor. Açık kalmış kapının ardından annemin su içinde kalmış çıplak ayakları görünüyor. Az sonra kapı kapanıyor. Annem nasıl da bitkin, yüreğinin kanı yüzünde birikmiş sanki. Yanında dört kadın var. Onlardan biri daha yaşlıydı, anneannemdi galiba. Annemin ayakucunda bir leğen var. Kadınlar nasıl da soğukkanlılar. İçlerinde yalnızca biri  ara-sıra “can” diye ses veriyor, kalanları buz kesmiş bakışlarıyla annemi gözetliyorlar, elleriyle yaptıkları yardımları gözardı etsek, büyük bir merak ve sabırla beni bekliyorlardı. Annemin başucunda duran kadın onun çıplak, beyaz göğsüne su serpiyordu, bu esnada yaşlı kadın da elindeki ıslak havluyla annemin ayaklarını siliyordu. (Galiba bütün bunları annemin azacık ta olsa rahatlaması için yapıyorlardı.) Annem inliyor, kurumuş boğazıyla bağırarak içinin hararetini, paramparça olmuş teninin acısını böylece söküp atmak istiyor. Kadınlar annemin kollarından sıkıca tutuyorlar. Ve benim sesim çıktığı anda yani ben ağladığımda annemin çığlıkları sona eriyor. Yüzünden belli oluyor bir hayli rahatladığı. Bir kaç  saniye  gözlerini kapatıyor, kafasını yana doğru çeviriyor ve nemli, sakin gözleriyle beni dinliyor.

Annemin sıcak kestane renginde saçları vardı. Yüzü esmer, gözleri simsiyahtı. Eğer ben büyümüş olsaydım ve bu kadın benim annem değil de bir başkası olsaydı, mesela yeşil otların, masmavi gökyüzünün ve al şafaklı güneşin olduğu rengarenk ve esrarengiz bir yerlerde karşılaştığım bir kadın olsaydı, ya da ne bileyim, mesela bir tren yolculuğunda rastladığım ılık bir tebessümle kitap okuyan yol arkadaşım olsaydı o zaman ona aşık olurdum. Sesi hazin ve sıcacıktı, güzel bir melodi gibi.

Beni kollarının arasına alıp, morarmış dudaklarını  kulağıma dayayarak tatlı ve kutsal bir melodi söylediği anda sesim, inlemem, mamaya ve süte yeni yeni alışan tenimin acıları eriyip yok oluyor, ağrılarım diniyordu.

Göbek bağımızı  kestikleri an iki beden olduk. Kanını damarlarından emmiş, canını ruhundan koparmış ve öylece uzaklaşmıştım annemden. Ona yaşattığım bütün acılara karşılık olarak, rahmine düşdüğümde  ateşli ihtirasdan arınmış, kalbine sığınmıştım.  Ve şimdi düşünüyorum da annemin yegane sevgisi sadece benmişim. Onun ruhuna yabancı duygular hakim olamazdı. Söz konusu ben ve benim hayatım olduğunda onun gözleri parlıyor, kirpiklerinin altındaki narin göz torbacıkları tüm mutlulukları içine saklamış gibi benliğimle  bütünleniyordu. Hatta, babamı sevmeği bir türlü beceremese de, hatta onu büyük bir coşkuyla çılgınca seven gencecik bir adama göğsünü aşk, ihtiras, endişe ve sınırsız bir arzuyla açmış olsa da onun kalbinde benden başka kimse olamazdı. Belki de ben böyle düşünüyordum. Yanılıyor muyum yoksa, hayatımın ilk ve son kadınını tereddüt içinde sevdiğimi kabullenemiyor muydum, acaba?  Masum ve tertemiz hayranlığıma  onun ihtiraslarının, aşkının ve benden uzak düşmüş yabancı ve ihanet dolu endişelerinin ortak olduğunu neden bir türlü  kabullene miyordum? Bütün bunları şimdi düşünüyorum. Çocuk şüursuzluğum ve oltası sabırsız ölüm yüzünden bunları düşünmeye hiç fırsatım olmamıştı.

Akşamadoğru gelmişti eve babam. Benim için annemin yanında küçücük beşiğe benzeyen  ahşaptan bir yatak yapmışlardı. Babamın kahve rengi kıvırcık saçları alçak kapının çerçevesinden kayarak içeri geçtiğinde annemin dudakları güneş görmüş çiçek gibi açtı ve deminki kurumuş, morarmış dudaklar kendi rengini aldı. Odada sadece biz vardık. Sıcak yaz mevsiminde bile dağlara serinlik hakim oluyor. Bu yüzden annemin üzerine yumuşak, mor renkte battaniye örtmüşlerdi. Benim küçük beşiğimin  tül gibi hafif beyaz bir örtüsü vardı. Babam ince parmağını dudaklarına dokundurarak damağının suyunu hissedinceye kadar annem simsiyah parlak gözlerini  babamın üzerinden çekmedi. Annem gülümsediğinde nedense tüm sevinci gözlerinin altındaki zarif bir çizgiyle kat kesmiş  torbacıkta saklanıyordu. Babam suskunluk içindeydi. Yüzünde mechul , henüz nedeni belli olmayan tuaf bir ifade vardı. Annemin ona sunmuş olduğu armağanı görmek için  deminki beyaz tül örtülü beşiğe yaklaştı. Örtüyü açarak  bana baktı. Yarımaçık gözlerimi, nokta gibi küçücük burnumu  bakışlarıyla okşayarak sevinmeye başlamıştı. Sağ elinin küçük parmağını dudağıma dokundurdu, daha sonra anneme dönerek benimle ilgili bir kaç söz söyledi.

Belki de anneme uzun uzun şikayetlerim var ve bu şikayetleri üç-dört sayfalık bir mektuba sığdırmak  mümkün değildir. Belki göğsümün darlığındandı, belki de genişliğindendi. Lakin annemin babamın ona gösterdiği ilgiye ve en çok ta bana aşk ve hüzün dolu bir mektupla  gölge salması  bir anlık olsa bile göz yumması hep anlaşılmaz kalacaktır. Annemin sevgilisini o genç aşk meleğini hatırlamak istemiyorum. Lakin benden masum, benden temiz, benden ihtiraslı aşk meleğini nasıl bula bilirdi, aklım almıyor. Şunu bir türlü anlayamıyorum.  Ama hüzn ve aşkla yazılmış bir mektup vardı masanın üzerinde. O mektubu okuyamazdım, lakin ne o mektup ne de o masa unutulucak gibi değildi. Annemin odasında – saçlarını taradığı   o büyük dörtgen aynanın önünde kenarları ezilmiş, yabancı, öksüz bir kağıt parçası vardı. O  mektubu oraya babam bırakmıştı. Nasıl bulmuştu, nasıl getirmişti bilemiyorum. Ama o gün evimizde çok korkunç bir olay olmuştu. Babamın bağırması ve benim inlemem bir birine karışmıştı. Annem beni kucağına almıştı, yüzünde el büyüklüğünde kıpkırmızı bir leke vardı, kendi odasına girdi ve aynanın önündeki o mektubu da alıp gitti.

Benim öyküm çok kısadır. Çünkü sadece yedi ay yaşadım ve annemden başka kimseyi görmediğimi söyleye bilirim.   Şu kısa yaşantımın, şu paramparça olmuş bütünlüğümün ne anlamı vardı bilemiyorum.  Sanki çok yüksekten bir elin hafifliğiyle boşluğa  bırakılmış incecik, beyaz kağıt parçası gibi  hüzünlü bir melteme teslim olmuştum. Daha sonra kayıp, mechul, görünmez olmuştum. Lakin benim hikayem daha acıklıydı, çünkü yokluğumdan neredeyse dört, beş ay sonra annem beni tamamen unutmuştu.

Yabancı bir eve geldik. Tanımadığım bir adam beni kucağına aldı ve yüzüme gülümseyerek beni öptü. Elleri çok sertti, dudaklarıysa taş gibi soğuktu… Şimdi bunları hatırlamak istemiyorum, pek fazla hatırlayamıyorum da zaten. Ama benim için büyük ve geniş bir beşik hazırlamışlardı. Şimdi o beşiği ve annemi hatırlıyorum. Ben ağlamaya başladığımda gece inliyordu sanki. Karanlık öylece kalakalmış , Güneş te kıpırdamıyordu.   Fakat gece öylece inliyordu. Karanlık odada büyük mutluluğun simgesi olan zarif bir mum yakıyorlar, pek fazla ışık saçmıyor, ama sesimin kesmesi için yeterli  oluyor. Karanlığın zil sesi yavaş yavaş kesiliyor. Sıcacık, yumuşacık kadın eli bana dokunuyor. Ben mutluluktan yatağımda dönüyorum ve çığlık atıyorum. Annem gülümsüyor. Uykusu gözlerinin ardına saklanıyor. Ve fısıldaşmaların, kısık seslerin ardından bir parça şarkı duyuyorum. Bakışlarım bir hayli keskinleşmişti. Yüzümün ifadesi  ve çizgileri aydın bir dalgınlığa bürünmüştü. Şaşkınlık içinde ona bakıyorum. O esrarengiz kadına. Ve sakince  dinliyorum. Göz kapaklarım açılıp kapanıyor, git gide daha da yavaşlıyor ve uyku beni sesliyor. Annemse evvelki fısıltılı mutluluğuyla şarkısını söylüyor:

-Uyu, neşe kaynağım…

Göldeki balıklar da uykuya daldı.

Müəllif: Müşfiq ŞÜKÜRLÜ

MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN DİGƏR YAZILARI

Türkiye türkçesine aktaran: Turan NOVRUZLU

TURAN NOVRUZLUNUN DİGƏR YAZILARI


YAZARLAR.AZ

===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və WWW.USTAC.AZ>>>>>>

Əlaqə:  Tel: (+994) 70-390-39-93     E-mail: zauryazar@mail.ru

QURBAN BAYRAMOV – 70

QURBAN BAYRAMOV – 70

QURBAN BAYRAMOV – 70

Ədəbiyyatşünas Qurban Bayramovun 70 illiyi qeyd edilib

Ötən gün Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin (AYB) “Natəvan” klubunda tanınmış ədəbiyyatşünas və tənqidçi Qurban Bayramovun 70 illik yubileyinə həsr olunmuş tədbir keçirilib.

Tədbiri professor Şirindil Alışanlı açaraq tənqidçinin həyat və yaradıcılığından danışıb:

“Qurban müəllim təxminən 45 illik elmi yaradıcılığı ilə Azərbaycan ədəbiyyatı və tənqidi üçün çox böyük işlər görüb. Onun Səməd Vurğun, İlyas Əfəndiyev, Yaşar Qarayev, Əli İldırımoğlu haqda monoqrafiyaları çap olunub, onlarca məqaləsi dərc edilib”.

Folklor İnstitutunun direktoru Muxtar Kazımoğlu yubilyarın yaradıcılığının əsas özəlliklərini vurğulayıb: “Qurban müəllimin şəxsiyyəti ilə onun alimliyi arasında bir vəhdət var. Bu çox böyük məziyyətdir. Onun ədəbiyyatımızın istər yaşlı, istər orta, istərsə də gənc nəsli haqqında yazdıqlarında həyatsevərlik əsas amillərdən biridir. Bir çox yazısı ədəbiyyatda tarixiliklə bağlıdır. Son dərəcə mürəkkəb, qəliz və həlli müşkül olan ədəbi məsələlərə müraciət edən və bunları işıqlandıran Qurban müəllim bir növ həll yolları tapır, onları bizlər üçün aydınlaşdırır. O, ədəbi prosesə əvvəldən- axıra qədər sadiq qalan ədəbiyyatçılarımızdandır. Yaradıcılığı ələlxüsus vətəndaşlıq ədəbiyyatı və poeziyası ilə seçilir”.

Şair Ənvər Əhməd yubilyarı “üstün şəxsiyyətli ədəbiyyatşünas” adlandırıb: “Qurban duyaraq yazır. Onun qəlbində bir ədəbi qaynarlıq var. Yaxşı ədəbiyyatşünas olmaqla yanaşı həm də şəxsiyyət olaraq gözəl, istiqanlı bir insandır”.

Professor Qəzənfər Kazımov tənqidçinin yaradıcılıq fəaliyyətini yüksək qiymətləndirib: “Qurban çox məhsuldar, fəal tənqidçidir. Onun yaradıcılığının ən üstün cəhətlərindən biri odur ki, gənclərə, əli təzə qələm tutan yazarlara diqqət ayırır”.

Professor Nizaməddin Şəmsizadə, Nizami adına Ədəbiyyat İnstitutunun şöbə müdiri Asif Rüstəmli, şairlər Əli Rza Xələfli, Ramiz Məmmədzadə, dramaturq Firuz Mustafa və başqaları da çıxış edərək Q. Bayramovun həyat və yaradıcılığı ilə bağlı düşüncələrini bölüşüblər.

Azərbaycan Yazıçılar Birliyinin (AYB) “Natəvan” klubu

Sonda yubilyar çıxış edərək tədbir iştirakçılarına minnətdarlığını bildirib.

Müəllif: Müşfiq ŞÜKÜRLÜ

MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN DİGƏR YAZILARI

İllkin mənbə: 525.az

Tərtibçi: Zaur USTAC

YAZARLAR.AZ
===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və WWW.USTAC.AZ>>>>>>