Yazar: Müşfik Şükürlü
Çeviri: Turan Novruzlu
BENİM MİNİK SERÇEM
(Tarih: 2023-11-03)
“…öyle yalnızım ki, Blum…” Coys “Uliss”
“Road”a arkadaşlarla toplanıp içki içiyoruz. Öğrencilik yılları. Gençlerin cebinde belki fareler kapışıyordur ama, biradan başka herşeyin pahalı olduğu “Road”a gitmeğe deyer.
“Road”dayım.
Üç-dörd garson var. İçerisi bir haylı karanlık. Durmadan çalışıyorlar mı? Hayır, barın önüne mi toplaşmışlar? Galiba, arkasına. İçlerinden bir tanesi erkek. Kalanları kızlardır. Birisi çok tatlı. Doğanın mucizesi gibi. Eğer şimdi doğayla poetik bir bağlantı kurmak gerekirse, demek ki, o, tam anlamıyla gerçek bir serçe. Göz, burun, kaş, dudak – arılar çiçeklerden toplamışlar. Tadına baksam olur mu?
Güzellik elbise gibi eğnine biçilmiş sanki. Belki sadece karanlıkmış? Tatlı yalanlar. Koynunda mışıl-mışıl uyumak isterdim, sözün kısası. Ruj yoktu dudaklarında, kırmızı dudakları vardı. Az önce anlattığım gibi doğanın lutfuydu güzelliği.
Az önce bana yaklaştı, biramı tazelemek için elini bardağıma uzatıp gözlerime baktı. Şu güzellik için secdeye bile gidilir… Etraftakilere ayıp olmasa şu Don Kişot Dulsineyasının karşısında diz çökecekti. Onu bir yudum sevgiye misafir etmek istedim ve dedim : “Bir tane daha, lütfen.” Ortalarda gözükmüyor. Nereye kayboldu? Güzellik dediğin böyle bir şey işte. Arkasınca koş, koşa bildiğin kadar, bakalım yakalayabilecek misin? Aniden masaların arasından geçiyor, uzun saçları işveyle havada dans ediyor. “Geçiyor” demeyelim de sanki birileri kovalıyordu onu, zaman makinesindeymiş gibi Vıyyyy… Tanrı da bizi hiçlikten böyle yaratmış olmalı. Nereden çıktı, nasıl geldi? Dostluğunuzun değerini yitirmemesini istiyorsanız, az-az görüşün.
Uzun uzun göz süzüyor, varlığımı ödüllendiriyormuş gibi. Kalabalık bayrak kaldıran hakimdir, bense oyunu terkeden futbolcu. Yalnızlık her zaman hüzünlüdür. Subliminal mesajlardır yüzünü güldüren. Ama iğrençliğe yol vermek olmaz.
İkinci bardağı şişman kız getiriyor. Başım dik ama kipriklerim yer süpürüyor. Bende zaman anlayışını kaybetmiş şair görkemi var. Mesela, sigaranın dumanıyla metafizik atmosfer oluşturuyorum. İnsanlara bakmayı beceremiyorum. Bir az egoluyum, bir az da heyecanlı. Belki de korkuyorumdur. Kendimi anlamak zor geliyor bazen, aslında anlayacak bir şey de yoktur. Televizyonda futbol programı var. Ama hiç kimse izlemiyor. Sadece sesini duyuyoruz. Kahkahalar, buz kesmiş bardakların sessizliği, o bardaklara dikilmiş , dalgın bakışlar. Futboldan sonra sıra kliplere geliyor. Bir şeyler olmalı, bir kavga, bir olay mesela, hayat bu kadar cansıkıcı olamaz!
Tek başına oturmak çok hüzünlü ve acayip bence.. Dışarıdan bakınca da hiç hoş gözükmüyor. Arkanca birilerinin fısıltılarını duyuyorsun, seni çekiştiriyorlar. Belki de toplum olarak o kadar da olgunlasmamışız, ne bileyim. Belki , hollandlar da kafede yalnız başına oturan biri hakkında iyi şeyler düşünmüyorlar.. Neyse. İncebelli bardağımı avcumun içine alıyorum. Ahşap masada tıkırdattığım boş bardağımın köşesiyle sipariş veriyorum. “Road”da aniden ortam sessizleşiyor. Birer birer arkaya dönüp bana bakıyorlar. Kızları anlayamıyorum, panikliyorlar mı, gülüyorlar mı bilmiyorum.
Garson yaklaşıyor. Busefer bir tane erkek garson gelmişti. Yüzün ifadesini beğenmiyorum. Neden memnun değil acaba?
- Bira?
Sağ kaşından döktüğü, gözünün yarısını kaplamış siyah kekili fırçanın eğilip kurumuş tüyleri gibi cansıkıcı ve hareketsizdir. Elinin tersiyle onları arkaya doğru toplamaya çalışması da bir işe yaramıyor. Hayatla çokdan bağlarını koparmış, fosilleşmiş, hafif kuş tüyü gibi yeniden kayarak kirpiklerinin üzerine düşüyor. - Ever, bira getir. Yanında da fri olsun.
Azönceki geçici olumsuz yüz ifadesi değişiyor. Yüzünü sahte, ama işıklı bir gülümsemeyle kaplıyor.
- Olur. – Sağ elini havaya kaldırıp, sahte gülümsemeyle, ” yalnız sessiz olun” söyleyerek mutfağa doğru gidiyor.
Oleyyy. Kavgaya sadece bir adım kaldı. Şimdi ya herşeyi oluruna bırakıp görmezden gelmek lazım , ya da çıktığım yola devam etmek. Bardağı sakince masanın altına ,aşağıya doğru indirdikten sonra aniden 90 derecede yukarı kaldırıp sevimsizin suratına fırlatmak… Siyah kekilini kırmızıya boyamak! İyi fikirmiş gibi gözüküyor.
- Başüstüne.
Şimdilik biraya devam.
30 dakika.
Ben hazırım. İçkiye devam. Bu, ben değilim. Eğer şimdi olsaydı, mutlaka “Dur, bu kadar yeter.” derdim.
- Hanım kız nerde?
Boş bardağımı elinə alan şişman kızı bakışlarımla bekletiyorum.
- Kim?
- Uzunsaçlı kız. …Boyunlu kazağı olan. Tatlı kız.
- Burda. Neden sordunuz? – hafifçe gülümsedi.
- Neden bana o hizmet etmedi, biramı neden o getirmedi?
Dudakları biraz da yanaklarına doğru kayıyor, mutlu dişleri bakışlarımı ısıracakmış gibi gözüküyor.
- Tamam, getirmesini söylerim ona .
Gelsene bu gece bir- birimize sarılıp uyuyalım.
Sıcak yatak sorun değil, yoksa yatağı mı dert ediyorsun?
Ben öyle sandım ki, o bana doğru gelecek ve “buyurun, beni istemişsiniz” söyleyecek. Şaka mı yapıyorsun? Böyle bir şey nasıl olur? İzlediğim filmlerden aşk sahneleri kazınmış galiba hafızama. Açık saçık sahneler daha doğal olurdu belki. İhtiraslı, nazlı adımlarla masaya yaklaşıp kollarına teslim oluyorsun, güzel olmaz mıydı? Dur, dur! Toparla kendini. Ne istiyorsun acaba?
O, yine masaların arasından parmak uçlarında ışık hızıyla gözlerimin önünden kayboldu. Arka tarafa, belki de mutfağa.
İğrençliğe yol vermek olm…
Ben sadece saçlarını,yanaklarını okşamak istemiştim, dudaklarının tadına bak… Göğsüne dokunsam… hayır, hayır, o anlamda değil. Sadece teninin sıcaklığını… İğrençliğe yol… Ama…
Ben kıskançlık krizine giriyorum. O biraz uzaktaki masalardan birinin önünde hemin o kekilli “horozun” saçlarıyla oynuyor. Sağ kolunu masaya dayayıp sol ayağını yarı katlamış biçimde aynada kendisini seyrediyor. Offf, kadınlar! Onlardan birşeyler saklamak mümkün mü?! Peki ama kızları nasıl kandırıyorlar bu uçkuruna düşkün “sırtlanlar”? Oysa duygu meleği değil mi tüm kızlar, kadınlar? Kendi çıkarları için aşk sahneleri hazırlamakta onların üstüne var mı?
Beni sesliyor.
Hayallere kapılma, güzelim. Kendime bile söz geçiremiyorum.
Hüzünlü bir sahne. Bardağımı elime alıp masamı arkaya doğru itiyorum. “Dzrrrr”… ve ireliye doğru. Tıpkı ünlü filmlerdeki gibi. Elimdeki bardağımla koluma çok romantik bir tarz ekliyorum. Bara yaklaşan tenim ve adımlarımın uzlaşmasına söz olamaz. Bak, böyle. Bekle,geliyorum.
Bu ne rahatlık böyle. Yüzünün şekli gri duvarlar gibi. Kadın erkeğin toprağıdır. Böylesine tohum serpmek lazım. Yok, galiba bakışlarımı sınıyor. Ya da bekliyor. Ne söyleyecek şimdi bu? Yani nasıl söylesem, beyaz kağıt siyah kaleme muhtaçmış gibi.
Sonunda hedefime ulaşıyorum. Kekilli “horoz” da benim kararsız halimden bıkmış olmalı. Güzel kız da sonunda dile geldi:
- Ne kadar peşimden koşacaksın. Yeter artık, düş yakamdan!
Öğrenci işte…
Konunun şu kekilli horozla ne alakası var?! Seni kim çağırdı, sırtlan, sana ne?! O bana seslendi : - Sorun ne? Kaşınmayan yerden kan mı çıkarmak istiyorsun?
Galiba, evet, güzel bardağım. Benim sevimli silahım.
Tappp. Kırılıp kum gibi etrafa saçılmış ince bardaklar yalnız son anlarda insan acısına, sese dönüşe, çığlığa benzeyebilir. Elimdeki bardaksa şimdilik sağlam…Bir kaç saniye sonra Kekillinin masaya doğru eğilmiş kafası dengesini kaybediyor ve teni de kafasının eğildiği yöne doğru süzülüyor…
Sanki gök gürlemiş, fırtına çıkmış gibi kızların çığlığı etrafı sarıyor. Ama uğruna kavga ettiğim minik serçem nerde? Cik. Cik. Cik. Bulamıyorum. Gözlerim kararıyor. Galiba bana vurdular. Tanrı bizi hiçlikten böyle yaratmış olmalı işte. Nereden geldi, nasıl kayboldu? Dostluğun değerini korumak istiyorsanız , az-az görüşün. Cik. Cik. Yok oldu. Benim minik serçem…