Etiket arxivi: Türklər

Ali Akar – Türkülerin Türkçesi

TÜRKÜLERİN TÜRKÇESİ
Türk, Türkü, Türkçe
Dünyada bir milletin adıyla özdeş hâle gelmiş ender müzik türlerinden biridir türkü… “Türk” sözüne nispet i’si eklenerek oluşturulan bu kelime, Türk’ün adıyla anılmış ve dünyaya bu adla yayılmıştır. Bundan türkünün; Türklere ait olan, onların icat ettikleri bir nağme, bir ezgi, bir müzik türü olduğu anlaşılmaktadır.

Geniş Asya bozkırlarında yüzyıllarca at koşturan atalarımız, bir taraftan olumsuz doğa koşullarına karşı mücadeleler verirken öte yandan hayvanlarına otlaklar bulmak ve yurt tuttukları coğrafyaları korumak için ha bire savaşmışlardır. Bundan dolayı Türklerin tarihi, aynı zamanda bir savaş tarihi sayılır. Hatta bu yüzden bazı tarihçiler Türk tarihi hakkında eksik ve yanlı değerlendirmeler yapmışlardır.

Peki Türkler savaşmaktan başka bir şey düşünmemişler midir? Gündelik hayatlarında şarkı, türkü, müzik, edebiyat, şiir gibi güzel sanatların yeri olmamış mıdır?

Elbette olmuştur!

Türklerin savaş tarihleri kadar büyük ve muazzam bir kültür tarihleri de vardır… Bu büyük tarih içinde; taşa ruh katan mimarlık şaheserleri, zengin müzik birikimleri, tarihin ilk çağlarından kalan sözlü edebiyatları ve binbir tattan oluşan mutfak kültürlerini sayabiliriz. Rahmetli Bahaeddin Ögel’in 9 ciltten oluşan Türk Kültür Tarihine Giriş adlı bir kitabı vardır. Bu kitabın her bir cildinde Türklere ait mimari, beslenme, giyinme, gelenekgörenek, yasa-töre, yazı, edebiyat, din, düşünce gibi pek çok konu ayrıntılı olarak incelenmiştir… Kitabı okumayanlara tavsiye ederek tekrar konumuza dönelim…

Uygur metinlerinden itibaren eski Türklerin müzik kültürüyle ilgili bilgilere rastlamaktayız. İslam öncesinde Türklerde bestelenmiş eserlere ırveya yır, sazlarla çalınan melodiye ise küg ismi veriliyordu. Atalarımız bu dönemde av törenlerinde koşuklarla eğlenir, ölüleri için düzenledikleri yuğ törenlerinde sagular söyleyerek yas tutarlardı…

Anadolu’ya gelince Asya’da kullanılan ır/yır sözü unutulmuş onun yerini türkü almıştır… Coğrafya ve isim değişmesine rağmen müzik kültürü aynen devam etmiş, birçok sosyal veya kişisel tecrübe türkülerde işlenmiştir.

Anadolu bir türkü coğrafyasıdır. Ülkemizin her bölgesinde farklı ezgiler eşliğinde söylenen türkülerimiz vardır. Türküler eşliğinde oynanan halk oyunları da önemli bir zenginliğimizdir. Ege’de zeybek, Karadeniz’de horon, Ankara’da seymen, Artvin ve Erzurum’da bar, Orta Anadolu’da halay… Bunların her biri değişik hikâyeler, yörelere özgü ritimlerle anlatılır.

Türkülerin ve halk oyunlarının hepsinde ayrı bir acı veya sevinç hikâyesi anlatılmıştır fakat eğer bir oranlama yapılırsa Anadolu türkülerinin çoğunda acı, hüzün, ayrılık, sıla hasreti… terennüm edilir. Sevinci, kavuşmayı, mutluluğu anlatan çok az türkümüz vardır çünkü Anadolu aynı zamanda bir hüzün coğrafyasıdır. Bin yıldır burayı yurt tutan milletimizin yüzü hiç gülmemiştir. Yemen’e giden gelmemiştir; çelik çomak oynama yaşındaki çocuklar vatan savunması için Çanakkale’nin, Sarıkamış’ın, Galiçya’nın yolunu tutmuşlardır… Bunlardan başka, sevip de bir türlü kavuşamayanların iç burkan hikâyeleri de anlatılır yüzlerce yıldır: Kerem, Aslı’ya olan destansı aşkını, Sümmani Baba yâr hasretine rağmen “kenare yazılması”nı, Âşık Veysel gönlünde bu topraklara dair biriktirdiği duygularını hep türkülerle dile getirmişler… Bir de adı sanı yalnızca türkülerde yaşayan kara bahtlı gelinleri vardır bu coğrafyanın: Kendini Arda sularına atan on yedi belikli Halime, Diyarbakır’da saçlarına kumlar dolan Suzan Suzi, Ürgüp’te sandık dolusu çeyizi yadigâr kalan Ayşe gelin, Maraş’ta hastanede ölen Meyrik…

Türkülerin sözleri de ezgileri kadar eski, onlar kadar millîdir…

Halkın en samimi duyguları türkülerde yaşar. İnsanımız iyi günde türkülerle eğlenmiş, kötü günde türkülerle hüzünlenmiştir. İşte bu sevinç ve hüzün duyguları anlatılırken ifade imkânı geniş, anlamı derin, çağrışımı zengin kelimeler seçilmiştir. Bu yüzden türkülerin Türkçesi; imbikten geçmiş, işlenmiş, yoğun bir Türkçedir. Bu metinlerin kelimeleri incelendiğinde hem halkın duygu derinliğini hem de dilin geniş ifade imkânlarını görürüz.

Bu yüzden türküleri; yalnız duygularımızın yansıması olarak değil, dilimizin çağlar içinde geçirdiği aşamaların aynası olarak da değerlendirmek gerekir. Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler Dolusu” adlı şiirini bundan ilhamla yazmıştır………

Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım
Şairim
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm. …..

Türkü, bir mecaz dilidir

Türkülerin dili aslında bir mecaz dilidir. Bu; -yukarıda da ifade edildiği gibi- ince, derin ve işlenmiş bir dildir… Bu işlenmişliği, kelimelerin kazandığı anlam katmanları bakımından ele almak gerekir. Türkü dilinde kelimeler, bu alanın kendine has jargon anlamına sahiptirler. Bu dilin, divan şiiri gibi kendine has bir imaj terminolojisi vardır. Örneğin bade içmek deyimi sözlüksel anlamı olan “içki içmek” anlamıyla değil, âşığın icazet alıp kendi şiirlerini söyleme yetisini kazanması anlamında kullanılır.

Türkü dilinde, dilin eski ve yeni pek çok sözü bulunur. Bu kelimeler türkü formunda işlenerek birer sanat eseri hâline gelmişlerdir. Bunun sanatçısı da halk ozanlarıdır. Onlar, geleneğin içinden süzülüp gelen söze dayalı bu sanat birikimini yeniden işleyerek güncelleştirirler. Bu bakımdan halk ozanlarını birer dil işçisi, hatta dil uzmanı saymak gerekir. Bununla ilgili birkaç örnek vermek gerekirse: lebdeğmez adı verilen atışma türünde ozanlar, şiirlerinde içlerinde dudak ünsüzleri b, f, m, p, v seslerinin bulunmadığı kelimeleri kullanarak rakiplerini mağlup etmeye çalışırlar.

Türkülerde kelimelerin farklı anlamlarından yararlanma da çok başvurulan yollardan biridir. Halk ozanları, dilin bu imkânını böylece bir söz sanatına dönüştürme beceresini gösterirler. Bunun güzel bir örneğini, Neşet Ertaş’ın “Seher Vakti Çaldım Yârin Kapısın” adlı türküde kullanılan sürmelikelimesinde görürüz.

  1. Baktım yârin kapıları sürmeli
  2. Çıkageldi bir gözleri sürmeli
  3. Dedi yoh yoh bir mihenge sürmeli
  4. Günde yüz bin kere yüzler sürmeli
  5. Hemen aşk atına binip sürmeli
  6. dizede şair, seher vakti sevdiğine uğrar ama onun kapılarını sürmelibulur. Bu dizede sürmeli kelimesi, kilidin henüz icat edilmediği zamanlarda, kapıları kapatmak için arkalarına konulan “sürme” adlı bir kalas anlamında kullanılmıştır. Burada sürme kelimesine +li (isimden isim yapma eki) getirilerek sürmeli “kilitli” anlamına gelen söz yapılmıştır.
  7. dizede ise ozan, sevdiğine kapıyı açtırdıktan sonra içeri girip oturmuştur. Bu arada karşısına gelen sevgilinin, gözlerine sürme çektiğini görür, sevgilinin gözleri sürmelidir. Burada ise eskiden göze sürülen makyaj malzemesinin adı olan sürme kelimesine -li eki getirilmiştir.
  8. dizede sevgiliyle konuşan şair, onu saf bir altına benzetir. Altının değeri ise mihenk taşında ölçülür. Sevgilisi, ona kendisinin saf (halis) altın olup olmadığını anlamak için onun bir mihenge sürülmesi gerektiğini söyler. Burada, sürmek fiiline -meli (gereklilik eki) getirilerek oluşturulmuş bir başka cinasla karşılaşmaktayız.
  9. dizede şair, sevgilisinin kapısında (mecazen yanında, yöresinde) sonuna kadar beklemeyi istemektedir. Onu bir sultana, kendisini de onun kapısındaki bir köleye benzetir ve sevgilinin geçtiği eşiğe günde yüz bin kere yüz sürmeli der. Bu dörtlükteki sürmeli ise yüz sürmek, saygı göstermek anlamında kullanılmıştır.
  10. dizede ise artık şair; hayalle düşle geçirecek vakit olmadığını, hedefine ulaşmak için “aşk atı”na binip onu sürmek gerektiğini söyler. Buradaki sürmek fiili ise at sürmek anlamında kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi bu şiirin nakarat dörtlüklerindeki sürmeli kelimesi 1. kapıları sürmeli (kilitli), 2. gözleri sürmeli, 3. mihenge sürmeli, 4. yüz sürmeli, 5. aşk atını sürmek olmak üzere beş farklı anlamda kullanılmıştır. Halk şairi, burada bir yandan dilin gramer birlikleriyle sanat oyunlarını kurarken öte yandan mecazla hayalin sınırlarını yoklamaktadır.

Türkülerin söz varlığı:

Türküler, bir mecaz dili oldukları kadar dilin eski yeni pek çok söz varlığını taşımaları bakımından dil araştırmalarında ilk başvurulan kaynaklar arasında yer alırlar. Yüzyıllar boyunca ezgiler eşliğinde manzum olarak söylenen türkü metinlerinde kelimeler hemen hemen hiç değiştirilmeden korunmuştur. Bu yüzden dilin en eski varyantları, söz kalıpları türkülerde aranmalıdır.

Türkü metinlerinin kaynağını teşkil eden kelimelerin büyük bölümü Eski Oğuz Türkçesinin zengin söz varlığının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. 13. yüzyılda Anadolu’yu yurt tutmaya başlayan Oğuz boyları, buraya Hazar Denizi’nin ötesinde yaşarken kullandıkları dillerini de taşımışlardır. Bu dilde yer alan zengin söz varlığını, genel Türkçe kelimeler ile Oğuz ağızlarına has yapılar birlikte meydana getirmiştir. Bu kelimelerin önemli bir bölüğü 13. yüzyılda Yunus Emre ve onun çağdaşı halk şairlerinin dilinde işlene işlene yazı diline geçmiştir. Bir bölümü ise yazı diline geçmemiş veya bu dilde unutulmuş, varlıklarını sözlü dilde sürdürür olmuşlardır. Halk arasında kullanılmaya devam eden bu sözler, ağız metinlerinde ve türkü sözlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle türkü sözleri, ağız metinlerinin barındırdığı dil malzemesini de taşımaktadır.

Burada, işte bu sözlü dilin türkülerde yaşayan sözlerine örnek teşkil eden birkaç kelimeyi inceleyeceğiz.

bay “zengin”
Bu kelime Eski Türkçede “zengin” anlamına gelir. Batı Türkçesinin ilk yüzyıllarına ait metinlerinde de bu anlamla kullanılmıştır fakat 16. yüzyıldan sonra yerini zengin sözüne bırakarak unutulmuştur. Türkülerimizde bu kelimenin 18. yüzyılda bile bu anlamda kullanıldığına şahit oluruz.

Bunda bir günde doğar yoksul, baya (Pir Sultan Abdal)
Daima nazarım yoksulda bayda (Seyrani)
Kanı garrak oldu yoksulu bayı (Dadaloğlu)

ceren/ceran “ceylan, ceylan yavrusu”
Moğolca ceylan yavrusu anlamına gelen ceren sözü; halk arasında ceren, ceylan ya da ceran şeklinde geçmektedir. Yazı dilinde unutulan bu kelime; türkülerde sevgilinin nazı, endamı ve gözleri bakımından benzetme unsuru olarak kullanılmaktadır.

Sandım akça ceran çöllerde geze (Karacaoğlan)
Gidiyorum yedi benli ceranım (Karacaoğlan)

cıda “mızrak”
Eski Türkçeden beri kullanılan sözlerden biri de cıdadır. Bu söz Moğolca alıntı olmasına rağmen Türkçe ses sistemine uyum sağlamış ve Arapçadan “mızrak” sözü alınıncaya kadar Türkçe yazılı metinlerde yaşamaya devam etmiştir. Yazılı dilde kaybolmasına rağmen halk arasında yaşadığını ozanlarımızın türkülerinden anlıyoruz.

Cenk kurulup cıda, oklar atanda (Köroğlu)
Cıda vurup binmemize ne kaldı (Dadaloğlu)

çiğin “omuz”
Eski Oğuz Türkçesi döneminde bir süre “omuz” yerine çiğin kelimesi kullanılmıştır. Yazı dilinde kaybolan bu kelime günümüzde de ağızlarda ve türkü sözlerinde yaşamaya devam etmektedir.

Halka halka çiyn üstüne (Ercişli Emrah)

eğin “sırt”
Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde sıklıkla rastlanan kelimelerden biridir eğin. “Sırt” anlamına gelen bu kelime, günümüzde yalnızca ağızlarda yaşamaya devam etmektedir. Bunu türkü sözlerinde görmekteyiz.

Ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime (Nesimî)
Melâmet hırkasın giydi eğnine (Seyrani)
Kahır gömleğini geydim eğnime (Pir Sultan Abdal)
Semer vurduk serçelerin eğnine (Mahzuni Şerif)

em “ilaç”
Eski Türkçede em kelimesi “ilaç” anlamına geliyordu. Bu kelime daha sonra Arapçadan ilaç sözü alınınca unutuldu. Em sözünün halk arasında yaşamakta olduğunu bize Erzurumlu Emrah şu mısrasında haber vermektedir:

El sitemi yaralara em oldu (Erzurumlu Emrah)
Kendi verdiği yarayı kendisi emler yine (Ruhsati)
Anda sınık yaralara em olur (Pir Sultan Abdal)

esrimek “sarhoş olmak”
Eski Türkçede sarhoş olmak anlamında esrimek fiili kullanılıyordu. Bu kelime, 15. yüzyıldan sonra yazı dilinde yerini sarhoş olmak birleşik fiiline bırakınca unutuldu fakat halk arasında ve türkülerde yaşamaya devam etti.

Esrür sinem ile dağın (Karacaoğlan)

eştirmek “atı belli aralıktaki adımlarla sürmek” Zengin bir hayvancılık kültürüne sahip olan Türklerde atların cinsleri, cinsiyetleri, yaşları, renkleri ve yürüme tarzlarıyla ilgili pek çok kelime ve terim vardır. Bunlardan biri de “atın belli aralıktaki adımlarla yürütülmesi” anlamına gelen eştirmek fiilidir. Anadolu Oğuz ağızlarına ait olduğunu tahmin ettiğimiz bu kelimenin bir zamanlar dilimizde yaygın olarak kullanıldığını türkü sözlerinden anlıyoruz.

Kimine at vermiş eştirir gezer (Âşık Veysel)
Arap at gider eşkine (Köroğlu)

evmek “acele etmek”
Bugünkü yazı dilimizde yalnızca resmî evraklardaki “ivedi” mühründe kalan ivmek fiilinin kök hâlindeki gerçek anlamı türkü sözlerinde korunmuştur.“

Can seni görmeye ever” (Karacaoğlan)

don “giysi, elbise, yaratılış”
Özellikle tasavvuf etkisinde söylenmiş türkü ve deyişlerde don kelimesi çok geçer. Bu kelime hem “kılık, kıyafet” hem de “bir başkasının kimliğine bürünmek” anlamına gelir. Güvercin donuna veya turna donuna girmek… gibi. Kelime Eski Türkçede “giysi” anlamında kullanılıyordu. Günümüzde daralmış anlamıyla yaşamaktadır. Türkülerde ise tarihî dönemlerdeki anlamı korunmuştur.

Resula aslan donunda gösterdi heybetini (Âşık Veysel)

dulunmak “ay ve güneş batmak”
Eski Türkçedeki tul- fiil köküne inen bu kelime, günümüz Türkçesinde kaybolmuştur. 15. yüzyıla kadar Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde görülen bu fiil, Âşık Veysel’in şiirinde yaşamaktadır.

Gâhi doğar amma gâhi dulunur (Âşık Veysel)

ırlamak “türkü söylemek”
Eski Türkçedeki ır “türkü, şarkı, nağme” sözü, 15. yüzyıldan sonra yazılı dilde kaybolmuştur. Bu kelimeden yapılan ırlamak fiili ise 16. yüzyıl halk şairi Karacaoğlan’ın türkülerinde yaşamaya devam etmiştir.

Yârim bana, ben yârime ırlarken (Karacaoğlan)

iye “sahip”
Eski Türkler, sahip yerine iye (<idi) diyorlardı. Bu kelimemiz; İslamiyet’ten sonra Arapçadan alınan sahip, Rumcadan alınan efendi kelimelerinin dilimize yerleşmesiyle unutulmuş gitmiştir. Kelime günümüzde bir gramer terimi olan iyelik eki ile tekrar canlandırılsa da kullanım alanı sınırlı kalmıştır. Asya’da unutup bıraktığımız bu sözün 16. yüzyılda Anadolu’da yaşadığını Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde görürüz:

Mülk iyesi padişahtır (Pir Sultan Abdal)

köşek “deve yavrusu”
Bugün Türkiye’de yaşayan insanların çok büyük bir bölümü deve yavrusu anlamına gelen köşek kelimesini bilmezler. Bu kelime, deve yetiştiriciliğinin devam ettiği Ege bölgesinin belli yerlerinde bilinir. Bu sözü, kaybolmaya yüz tutan ağızlarda ve bir de türkü sözlerinde buluruz.

Yük vaktinde köşek olur (Seyrani)

kuçmak “kucaklamak, sarılmak”
Eski Türkler kucaklamak yerine kuçmak diyorlardı. Bu fiilden daha sonra “kucak” kelimesi yapılmış ve ondan da “kucaklamak, kucaklaşmak” fiilleri türetilmiştir. Yazı dilinde fiilin kök hâli olan kuçmak unutulmasına rağmen türkülerde bu şekil saklanmıştır.

Ne öpüp, ne kuçabildim (Karacaoğlan)

od “ateş”
Eski Türkçeden beri bilinen kelimelerdendir. Günümüzdeki bütün Türk dillerinde bu kelimenin fonetik türevleri kullanılmaktadır. Yazı dilimizde unutulmuş olan bu eski yadigârı ozanlarımız saklamışlardır.

Sinemi oda yakaram (Ercişli Emrah) Ciğerciğim aşk oduyla deline (Dadaloğlu)
Yüreğime bir od düşmüş de yanar (Pir Sultan Abdal)
Aşk odu içimde dâim yanıyor (Seyrani)

sak “uyanık, gözü açık”
İlk olarak eski Uygur Türkçesi metinlerinde rastladığımız bu kelime, “gözü açık, uyanık kimse” anlamında tarihî dönemlerde Türk dilinin hemen hemen bütün lehçelerinde kullanılmıştır. Eski Anadolu Türkçesinde de görülen bu kelime, günümüz yazı dilinde kaybolmasına rağmen ağızlarda ve türkü sözlerinde saklanmıştır.

Sak yabancı ile başa çıkılmaz (Karacaoğlan)

seğirtmek “koşmak”
Türkçede koşmak yanında, onunla aynı anlama gelen çeşitli fiiller vardır. Çapmak, koşmak, yüğürmek ve halk dilinde yaşayan seğirtmek kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılan fiillerdir. Oğuz ağızlarında yaşayan ama yazı dilinde unutulmuş olan seğirtmek fiili günümüz ağızlarında ve türkülerde yaşamaya devam etmektedir.

Seğirttim ardından yettim (Karacaoğlan)

sin “mezar”
Türkçeye çok eski zamanlarda girmiş bazı kelimeler dilimizde yüzyıllar boyunca kullanılmış ve âdeta Türkçeleşmiştir. Bu sözlerin yabancı olduğunun kimse farkında değildir. İşte bu kelimelerden biri de sin sözüdür. Bu söz Türkçeye Çinceden geçmiştir. Kelimenin Çincesi ts’indir. Bu kelime Eski Anadolu Türkçesi döneminde yaygın olarak kullanılmıştır. Daha sonra yerini Arapça mezara bırakarak yazı dilinde unutulmuştur. Kelimenin 20. yüzyıla kadar halk arasında yaşadığını Âşık Veysel’in şiirinden anlıyoruz.

Ölünce hû çeksin kemiğim sinde (Âşık Veysel)

tamu “cehennem”
Eski Türkçe döneminden kalan bir dinî terimdir. Kelime Türkçeye Soğdca’dan alınmıştır. Fakat yüzyıllar boyunca kullanıla kullanıla adeta Türkçeleşmiştir. Batı Türkçesinin ilk metinlerinde görülmüş, sonra kaybolmuştur. Fakat ozanlarımız, Uygur atalarımızdan kalan kelimeyi kullanmışlardır.

Yedi tamu sekiz cennet (Pir Sultan Abdal) Tamuda olmazdı kullara cezâ (Âşık Veysel)
Bir su teskin eder nar-ı tamuyu (Seyrani)

uçmak “cennet”

  1. yüzyılda Uygurlar çağında Soğdca uştmak kelimesi Türkçeye geçerek “uçmak” şeklini almış ve Eski Türk inancında ruhun ölmesiyle birlikte uçup gideceği düşüncesiyle birleşen bu kelime yüzyıllar boyunca Arapçadan cennet sözünü alıncaya kadar dilimizde kullanılmıştır. Kelime eski Oğuz Türkçesi metinlerinde sıkça geçer. 16. yüzyıldan sonra yazı dilinde unutulan bu eski Uygur çağı hatırası kelime, Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde yaşatılmıştır.

Pir Sultan’ım Haydar, gelir uçmağa (Pir Sultan Abdal)

uğrun “gizli, gizlice”
Oğuz lehçelerinde görülen kelimelerden biridir. Eski Anadolu Türkçesi döneminde oğrun veya uğrun biçiminde geçen bu kelime yazı dilinde unutulup gitmiştir. Bu kelime yalnızca ağızlarda ve türkü sözlerinde yaşamaya devam ediyor.

Uğrun uğrun döğüş bizim işimiz (Köroğlu)

ün “ses”
Türkçede “ses, seda” yerine kullanılan sözlerden biri de ündür. Bu kelime; günümüz yazı dilinde unutulmuş, yalnızca gramer terimi olarak (ünlüünsüz) kullanılmaktadır. Kelime, “ses” anlamındaki eski ve yaygın biçimiyle ağızlarda ve türkülerde korunmuştur.

Uca dağ başında bir ün eylesem (Ercişli Emrah)

yağı “düşman, hasım”
Eski Türkçede “düşman” yerine yagı kelimesi kullanılıyordu. Farslardan düşman sözünü, Araplardan da adüv sözünü alınca yağı kelimesi yazı dilimizde unutulmuştur. Kelimenin halk arasında yaşadığını Ercişli Emrah’ın dizesinde görüyoruz.

Yağının avladığı oldu memeler (Ercişli Emrah)

yorga “binicisini sarsmayan at yürüyüşü, rahvan”
Eski Türkçe yorımak “yürümek” fiilinden gelen ve atın rahvan yürüyüşüne ad olan bu kelime, yazı dilinde unutulunca yerini Farsça rahvan almıştır. yorga sözü ise halk dilinde yaşamaktadır. Bunu Seyrani’nin bu dizesinde görürüz:

Kimi düzden aşar kimi yorgalar (Seyrani)

Sonuç:
Türkü; dili, dilin, üslup özellikleri ile tarihte geçirmiş olduğu pek çok ses, yapı ve sözcük değişmelerini yansıtan önemli bir dil aynasıdır. Bu dilde var olan kelime, terim, atasözü, deyim, dua ve beddua gibi sözlerin incelenmesi sonucunda yalnızca dil özellikleri değil aynı zamanda Türk halk kültürü ve felsefesi de ortaya çıkarılacaktır.

Ali Akar,


GÖKTÜRK QRUPU

HUN VE GÖKTÜRKLERDE Yemin Töreni ANT İÇME RİTÜELİ

HUN VE GÖKTÜRKLERDE Yemin Töreni ANT İÇME RİTÜELİ
(Çizimler Macar ressamlara aittir ve Ant İçme törenini ifade eder)

Türkçe “Ant” kelimesi, yemin etmek, söz vermek tanımlarının karşılığıdır. İnan’a göre; Yakutlar “Andıgar” Çuvaşlar “Antah”, Kalmuklar “Andıgar”, Uygurlar “Ant İçmek” fiilini “Andık” şeklinde kullanırlar. Ant töreni hakkında ilk bilgiler M.Ö. V. yüzyılda Herodot tarafından verilmiştir. Buna göre İskitler ant içerken kendilerini hafifçe yaralarlar, kanlarını bir kaba damlattıktan sonra silâhlarını o kana batırırlar ve her iki taraf dualarını tekrarlayarak bu kaptan içerlerdi.

Eski Türkler “Ant” töreni için önlerine kılıç, ok veya başka bir silâh koyarlar ve bir kaptaki kana kımız, süt veya şarap karıştırarak içerlerdi. Ant içme ritüeli ile ilgili en eski kayıtlardan biri, m.ö. 1. yüzyıla aittir ve Çin elçileri ile Hun hakanı Huhanye arasında yapılmıştır. Töreni gerçekleştirmek için, Tanrının makamına en yakın yer olan ve dünyanın merkezi olarak kabul edilen Hun dağına çıktılar. Beyaz bir at kurban ettiler ve kılıçlarını Yüeçi hanının kafatasından yapılmış, içi şarap dolu kadehe batırarak “Ant” içtiler. Heredot İskitlerin savaş tanrısı olarak kabul ettikleri Ares’e (Mars) at kurban ettiklerini ve bir tepecik üzerine saplanmış kılıç üzerine ant içtiklerini yazar.


Nuray Bilgili,

GÖKTÜRK QRUPU

Ülkər ulduzu və Türklər

Türk xalqlarının təsəvvüründə səma cisimləri haqqındakı örnəklər arasında da Ülkər ulduzu, onun etiologiyası ilə bağlı nümunələr özünəxas yer tutur. Müxtəlif nəzəri mənbələrdə və şifahi örnəklərdə çox parlayan Ülkər ulduzu bir çox hallarda ulduzlar topası, Türkiyə folklorşünaslığında “ulduz kümesi” kimi tanıdılır. Bu örnəkləri araşdırarkən ilk növbədə Ülkər ulduzunun adlandırılması məsələsinə toxunmağı lazım bilirik. Bir çox tədqiqat əsərlərində və lüğətlərdə bu ada müəyyən izahlar verilmişdir. Ülkər ulduzu bəzi şifahi örnəklərdə elə bizim ifadə etdiyimiz kimi, Ülkər adlandırılır.

Müxtəlif türk xalqlarının folklorunda Ülkər fərqli adlarla ifadə olunur. XI-XIV əsrlər türkmən alimlərinin əsərlərində tez-tez ulduz topası Pleyada (Ülkər) haqqında danışılır. Salar Babanın əsərində o, Sureya, Qazi Bürhanəddinin əsərində Pərvin adlandırılır. Türk xalqları arasında geniş yayılmış şifahi örnəklərə görə, qədim zamanlarda Ülkər havanı idarə edən ruh imiş. Ülkər nə vaxt görünməyə başlasa, öldürücü soyuqlar və fırtınalar başlayar. Örnəklərdə əksər hallarda ulduzun maddi olaraq yaranışından söz açılır. Digər bir örnəkdə Ülkər adının yaranışından bəhs olunaraq, müəyyən hərəkətlə əlaqələndirilir. Bu mövzulu örnəklərin süjetlərində “göyə çıxma” motivi əsas yer tutur. Ülkərin digər bir canlı tərəfindən göyə aparılması faktına da türk xalqlarının təsəvvürlərində rast gəlinir. Bütün bunlardan belə nəticə çıxarmaq olar ki, türk xalqlarının dünyagörüşlərində indiki vəziyyəti soyuq hava ilə əlaqələndirilən Ülkər ulduzu örnəklərdə Yer üzündə yaşayan hər hansı canlıdır. Həmin canlı müəyən səbəblərdən göy üzünə qalxır, Ülkər ulduzuna çevrilir.

Məlumatı hazıladı: Amina

Büyük Türk Kağanlığı Kült Kompleksi Bozkırın Tarihini Değiştiriyor

Büyük Türk Kağanlığı Kült Kompleksi Bozkırın Tarihini Değiştiriyor

Arkeologlar, Kazakistan’ın doğu bölgesindeki Tarbagatay ilçesindeki uzak bir vadide, MS 6.-8. yüzyıllar arasında Batı Göktürk Dönemi’ne kadar uzanan bir Türk Kağanlığı kült kompleksini ortaya çıkardılar. Eleke Sazy Kağan sosyal kompleksi olarak adlandırılan bu, ilk olarak 2016 ve 2018 yılları arasında yapılan kazılarda son zamanlarda arkeoloji camiasının dikkatini çeken bir sitedir.

Unutulmaz bir keşif! Kült Kompleksi ve Altın Kuşak
TRT Haber’in haberine göre, Kazak arkeolog Profesör Zainolla Samashev’in çabalarıyla yapılan kazılarda, MÖ 9. yüzyıldan MS 7. yüzyıla kadar uzanan farklı yaşlarda 300’den fazla kurgan ve antik mezar höyüğü gün ışığına çıkarıldı.

Batı Göktürk Kağanlığı’nın anıt kült kompleksinin keşfi, Moğolistan dışında bulunan bu türden ilk eser olması ve özellikle İslam öncesi Türk sanatı ve arkeolojisi bağlamında bakıldığında büyüleyici olması nedeniyle bu tarihi anlatıyı değiştirmiştir.

Özellikle buluntulardan biri göze çarpıyor – bir Göktürk Kağan’ın yüzüyle süslenmiş altın bir kemer tokası! Bu keşif, tarihte ilk kez böyle bir eserin ortaya çıkarılmasıdır.

Alanda görev yapan arkeologlardan Dr. Serhan Çınar, eseri şöyle anlattı:

“Süslemenin kompozisyonunda, Kağan’ın geleneksel Türk tipi bağdaş kurmuş oturarak tasvir edildiği ve başında üç köşeli haleyi andıran bir taç bulunduğu görülmektedir. Toka süslemesinde yer alan görseller de Kağan’ın oturduğu tahtı ve ona hizmet eden nedimeleri net bir şekilde göstermektedir. Tahtı çevreleyen çiçeklerin Budist sanatında sıklıkla kullanılan lotus çiçekleri olduğu düşünülüyor.

Asalet ve Kraliyet: Kemer Siyaseti
2021 yılı kazı çalışmaları sırasında, Eleke Sazy Kağan kompleksinin kurgan alanında, soyluluğu ifade eden ve “prens” anlamına gelen bir unvan olan Tegin’e ait kişisel eşyalar ortaya çıkarıldı. Ancak, dikkatleri üzerine çeken altın kemer tokasıydı.

Altın plakalardan yapılmış toka, tahtında oturan, taç takan ve yemin kadehi tutan bir Göktürk Kağan’ı tasvir ediyordu. Bir başka araştırmacı olan Profesör Dr. Zainolla Samashev, bu süslemenin sadece sanatsal bir yaratım olmadığını, aynı zamanda Türk halklarına atfedilen edebi bir miras olduğunu vurguladı.

Göktürk halkının kültürel uygulamalarını inceleyerek, kemer tokası da dahil olmak üzere kurtarılan nesnelerin muhtemelen Kağan’ın cenaze töreni sırasında mezara yerleştirildiğini açıkladı. Eski Türk devletlerinde hakimiyetin sembolü olan altın kaplama kemer, 8. yüzyılın sonlarına ait bir bağlantıya işaret ediyordu. Tokanın sahibi, o döneme ait Kağanlardan biri veya alternatif olarak, Kağan’a bağlı bir Tudun olabilir ve kemeri hükümdarın oğluna hediye olarak sunan, hakimiyet ve bağlılığı simgeleyen bir Tudun olabilir.

Prof. Dr. Samaşev, “Göktürk’ün defin törenlerine baktığımızda merhumun mezarına kişisel eşyalarını ve silahlarını koymak bir görevdi. Ele geçen eşyalar arasında altın plakalardan yapılmış bir kemer tokası da vardı.” açıklamasını yaptı.

Mezar kompleksi, ayrı avlu duvarları ile çevrili iki ayrı bölümden oluşmaktadır; ancak, bölümlerin birleştiği yerde ortak bir duvarı paylaşıyor gibi görünmektedirler. Killi toprak ve çakıl karışımından inşa edilmiş avlu duvarları ile tanımlanan mezar kompleksinin boyutları yaklaşık 90 x 50.90 metredir (295.27 x 166.99 ft). (TRT Haber)

TRT Haber’in haberine göre, Prof. Dr. Zainolla Samashev sözlerini şu sözlerle tamamladı:

“Tabii ki, bu merkez Batı Göktürk hanlarından birinin anısına inşa edilmiş bir kompleksti. Daha sonra burası hanın geride bıraktığı halk için büyük bir hürmet merkezine dönüşmüş ve buraya büyük bir türbe inşa edilmiştir. Bu tür ilk merkez, Kazakistan’ın Altay bölgesindeki Tarbagatay Dağları’nda inşa edildi. Tabi bu külliye, mimari üslubu, ölü gömme törenleri, ele geçirilen buluntular ve dini inanç kültü açısından Türk dünyası için büyük önem arz etmektedir” dedi.

Yazar: Sahir Pandey

Resim Bilgisi: Kazakistan’da keşfedilen Batı Göktürk dönemi kompleksinin havadan görünümü

Mənbə: GÖKTÜRK QRUPU

Türklər – Biz kimik? – Tarix

Tarihte İran’ı Yönetmiş 10 Türk Devleti
İran coğrafyası 1600 yıl Türk hakimiyetinde kalmış şu anda da 50 milyon Türkün yaşadığı bir coğrafyadır.

  1. Gazne Devleti
    Samanîler’den ayrılıp Afganistan’ın Gazne kentine yerleşen Alp Tegin’in 961 yılında kurduğu devlettir. Tam anlamıyla bağımsızlığı 977’de Sebük Tigin’in başa geçmesiyle gerçekleşmiştir. Daha sonraları İran üzerine yayılan Gazneliler, en parlak dönemini Sultan Mahmut ile yaşamıştır. Bu dönemde hem Hindistan’a 17 kez sefer yapılarak İslam bu bölgede yayılmış, hem de Abbasi Halifeliği Büveyhoğulları’ndan korunmuştur. Selçuklular’ın 1040 yılında yapılan Dandakan Savaşı ile güç kazanmasının ardından Gazneliler dağılmış, 1186’da Gurlular’ın son Gazneli sultanı Hüsrev Melik’i tutsak almasıyla devlet resmen son bulmuştur.
  2. Büyük Selçuklu Devleti
    Selçuk Bey’in Müslüman olduktan sonra Oğuz Yabgu Devleti’ne vergi vermeyi istemeyişi ile kurulan Selçuklu Devleti, Selçuk Bey’in torunları Tuğrul ve Çağrı’nın 1038’de Gazneliler’den ayrılmasıyla bağımsız olmuştur. Selçuklu Sultanı Alparslan, Malazgirt Savaşı’nda Bizans’a karşı zafer elde ederek günümüz Türkiye’sinin temelini atmıştır. Her açıdan mükemmel bir uygarlık kuran Büyük Selçuklu Devleti, Katvan savaşı’nda Karahıtaylar’a yenilince büyük ölçüde dağılmış, 1157 yılında Sultan Sencer’in göçebe Oğuzlar’a tutsak düşmesiyle resmen yıkılmıştır.
  3. İldenizliler
    Şemseddin İldeniz, Selçuklu Devleti’nde kölemen bir askerken, gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle çöküş sürecindeki Selçuklu içerisinde kısa sürede atabeyliğe yükselmiştir. 1142 yılında Irak Selçukluları’na karşı güç kazanarak bağımsız olmuştur. Gürcüler ve Ermeniler üzerine birçok başarılı sefer yaparak, Nahçıvan’dan yönettiği devletini genişletmiştir. İldenizliler ilerleyen yıllarda İran içlerine kadar yayılmıştır. Ancak, 1220’deki Moğol saldırılarıyla zayıflayan İldenizliler, 1225 yılında Harezmşahlar Devleti’ne bağlanmıştır.
  4. Harezmşahlar Devleti
    Büyük Selçuklu Devleti’nin Hive kentinde vali olan Anuş Tekin’in oğlu Kutbuddin Muhammed, 1097 yılında ‘Harezmşah’ unvanı alarak bu bölgeyi yönetmeyi sürdürmüştür. Atsız Harezmşah döneminde yarı bağımsızlık elde eden Harezmşahlar, İl Arslan döneminde Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla bağımsız olmuştur. Türkistan, İran ve çevre bölgelere yayılan Harezmşahlar Devleti’nin yönetim biçimi ve sanat tarzı Selçuklular’ın devamı niteliğindedir. Celaleddin Harezmşah’ın Yassıçemen Savaşı’nda Anadolu Selçukluları’na yenilmesiyle zayıflayan Harezmşahlar Devleti, Moğol Hanı Ögeday tarafından 1231’de yıkılmıştır.
  5. Timur İmparatorluğu
    Çağatay Hanlığı’ndaki iç karışıklıklar sırasında güçlenen Emir Timur, 1370 yılında kendi adıyla anılacak devleti kurmuştur. Bu devlet, kısa sürede Harezm, İran, Kafkas, Deşt-i Kıpçak, Hindistan, Irak, Suriye ve Anadolu’ya yayılan büyük imparatorluğa dönüşmüştür. Bu sürede Çağatay Hanlığı, Altın Orda, Celayiriler, Karakoyunlular, Osmanlılar gibi birçok devlet, Timur tarafından yıkılmıştır. Timur, 1405 yılında Çin’i fethetmeye giderken ölmüştür. Onun ardından Timurlular siyasi olarak yeniden güçlenememiş olsa da, birçok bilim ve sanat alanında ilerleme sürmüştür. Timur İmparatorluğu, 1507’de Şeybani Han’a bağlı Özbekler’in başkent Herat’a girmesiyle yıkılmıştır.
  6. Karakoyunlular
    Göçebe bir Türkmen boyu olan Karakoyunlular, İlhanlılar’ın çöküşünü fırsat bilip 1380’de Bayram Hoca önderliğinde bağımsız olmuştur. 1400 yılında Karakoyunlular’ın başındaki Kara Yusuf, Timur’dan kaçıp Osmanlı’ya sığınmıştır. Timur öldükten sonra Tebriz’i alarak hükümdarlığa devam etmiştir. Karakoyunlular, ilerleyen yıllarda İran içlerine kadar yayılsa da, Akkoyunlular’dan Uzun Hasan’ın Karakoyunlu önderi Cihan Şah’ı öldürmesiyle çöküşe geçmişlerdir. 1469 yılında bu devlet resmen yıkılmıştır.
  7. Akkoyunlular
    Diyarbakır, Elazığ ve Azerbaycan yörelerinde etkin bir Türkmen boyu olan Akkoyunlular, Kara Yülük Osman Bey döneminde 1378’de bağımsızlık elde etmişlerdir. Devletlerini korumak için Ankara Savaşı’nda Timur’a yardım etmişlerdir. Timur da bu yardımlarından dolayı Malatya ve Diyarbakır’ı Akkoyunlular’a vermiştir. Kara Yülük Osman Bey’in ardından Akkoyunlular’ın başına Uzun Hasan geçmiştir. Onun döneminde Akkoyunlular, Horasan’dan Anadolu’ya, Kafkaslar’dan Umman Denizi’ne kadar uzanan büyük bir devlet olmuştur. Bu büyüme Osmanlılar’ın dikkatini çekmiştir. Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra yönünü Akkoyunlular’a çevirmiştir. Otlukbeli Savaşı’nda Osmanlı’dan ağır bir darbe alan Akkoyunlular çöküş sürecine girmiştir. Uzun Hasan’ın ölümünden sonra çıkan kargaşadan yararlanan Safevi Şahı İsmail, 1508’de bu devlete son vermiştir.
  8. Safevi Devleti
    Anadolu çevresindeki sekiz Türkmen boyunun 1501 yılında Şah İsmail önderliğinde birleşmesiyle kurulmuş ve Akkoyunlular’ın yıkılmasıyla Tebriz’de hüküm sürmeye başlamış Türk devletidir. Sonraki yıllarda İran’ın tamamını ele geçiren ve bu coğrafyada Şii inancı yayan Safeviler’in en büyük düşmanları, mezhep çatışmasından dolayı Osmanlılar ve Özbekler olmuştur. 1510 yılında Safevi Kızılbaşlar, Özbekler’e karşı büyük bir zafer elde etmiş ve Horasan’ı almışlardır. Ancak bu başarıyı Osmanlı’ya karşı gösterememişlerdir. Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim, Tebriz’i alarak Safeviler’e karşı üstünlük sağlamıştır. Yağmalamalar ve ayaklanmalarla zayıflayan Safevi Devleti, Afganlar tarafından 1736’da yıkılmıştır.
  9. Afşar Hanedanı
    Afşar Hanedanı, Nadir Şah’ın 1736’da İran’ı ele geçiren Afganlar’a karşı kurduğu devlettir. Nadir Şah başa geçtikten sonra Afganları İran’dan geri püskürtmüş ve Delhi’ye kadar ilerlemiştir. Delhi’den elde ettiği servet ile üç yıl vergi almamış, Safevi Devleti’nin çökmesiyle darmadağın olan İran’ın yaralarını sarmıştır. Bu nedenle İran’ın onarıcısı olarak bilinir. Nadir Şah, Afganlar’ın yeniden ayaklanmasını önlemek için Sünniliğe yakın durmuştur. 1747’de Nadir Şah’ın ölmesiyle dağılan devlet, 1796’da tarih sahnesinden çekilmiştir.
  10. Kaçar Hanedanı
    Kaçarlar, Safevi Devleti’nin kurulmasına yardım etmiş bir Türkmen boyudur. Afşar Hanedanı’nın yıkılmasından sonra İran’da siyasi karışıklık başlamış ve birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de Ağa Muhammed Han’a bağlı Kaçarlar olmuştur. Ağa Muhammed Han, Kaçarlar’ın siyasi birliğini sağladıktan sonra İran’daki diğer devletlerle mücadele etmiştir. 1796’da İran siyasi birliğini sağlayan Ağa Muhammed Han, başkenti Tahran olan Kaçar Hanedanı’nı kurmuştur. Bu Türk kökenli hanedan, 1925 yılında Rıza Şah Pehlevi’nin Kaçar hükümetini kontrolü altına alıp Pehlevi Hanedanı’nı kurmasına dek İran’ı yönetmiştir.

Mənbə və müəllif: Muzaffer Kılıç

Əbilin gündəliyindən – oxu

Əbilin gündəliyindən:
TÜRKLƏR HAQQINDA

21 yanvar 2007:-Biz türkük.Yaşamayan mədəniyyıtlərin,olmayan dövlətlərin gördüyü,sevdiyi bir millətin övladlarıyıq.Zəngin bir mədəniyyətimiz var.Mədəniyyətin,mədəniliyin özü olan OCAĞI ilk dəfə biz alovlandırmışıq.Dünyanın heç bir mağarasında ayı yaşamayanda,biz bir insan olaraq Azıx mağarasında ocağın içığına yığışmışıq.Miflər ölkəsi Hindistanı ilk dəfə bizim Altayda,Tyan-Şanda alışdırdığımız alov işıqlandırıb.Göylərin də yerlər qədər sehrli oldugu bir çağda səma miflərini ocağın ətrafında doğulan oğullarına ad seçib atalarımız,böyüklərimiz,ulularımız.Hindistanda dünyanın ən qədim mifoloji dini yarananda,türklər artıq miflərdən danışmırdılar.Dünyanın ən qədim dastanlarını-bizim dastanları yazıya köçürürdülər.Qopuz çalıb,söz söyləyib,bütlərin olmadığı dövrlərdə əski türkər Göy Tanrıya- Göylərin və yerlərin Rəbbi olan Allaha inanırdılar.Hər şeyin yaradıcısı və yox edicisinin varlığı haqda biliklər ikinci dəfə gəldiyindən min illər öncə gəlmişdi və ya göndırilmişdi,İlahi varlıq tərıfindən Türk ellərinə,Asiya bozqırlarına,Altaylara.Türk ellərinin Şamanı,Kamı vardı və onlarln sözləri ocağın işığını Günəşin ziyasından üstün edirdi,türk ellərinı gecənin qaranlığında.Qurani-Kərimdə Allah Təala buyurur ki, “Biz heç bir qövmü peyğəmbərsiz buraxmadıq”. Bəli,türk torpaqlarında da peyğəmbərlər gəzmiş,Allahın uca adını günəşin goğub batdığı yerə qədır daşımışlar.Güclərinin yetdiyi qədər.Daha sonra türk sərkərdəlıri günəşin doğub- batdlğı yerə qədər getməyə çalışmışlar.Günəşin doğduğu yerdə dəniz vardı,batdlğı yerdə də.Elə buna görədir ki,qara sevdamız dənizlər olmuşdur.Bu gün də elə bir dəniz,çay,göl yoxdur ki,onun sahilini yuduğu torpaqlarda türkün,türklüyün izinə rastlanmasın.
Şamandan,Kamdan danışdıq.İsa peyğəmbərin davamcıları “havari”lər var,Məhəmməd peyğəmbərdən sonra onun gətirdiyi dinin davasını,təbliğini edən müctəhidlər,Allah dostları- sufilər vardı Şamanın türk ellərində irşad təbliği aparan bir peyğəmbərin davamçısı olmadığı nə məlum?
Bu peyğəmbərlər tarixdə niyə qalmadılar? Tarixdə hansı peyğəmbərlər qaldı? Hz.Lut qövmü ona inanmadı və həlak oldu.Hz.İsmayıl – onun soyundan gələnlər yollarını elə azdılar ki,özlərindən olan,sonuncu peyğəmbərə etmədikləri pislik qalmadı.Hz.Musa qövmü o qədər azmışdı ki,Allah Təala kitabların sonuncusu Qurani-Kərimdə özünün var etdiyi və yaratdığı bir qövmü lənətlədi. Hz.İsanın peyğəmbərliyini 300 il sonra qəbul etdilər.Və s. və s.Bu peyğəmbərlər ona görə unudulmadı ki,sonuncu kitab- “Quran”da hər birinin qissələri,başlarına gələn müsibətləri özlərindən sonra gələn qövm və insan tərəfindən unudulmasın deyə tək-tək yazılmışdı.Və belə də oldu.Qurani-Kərimdə yazılan heç bir şey unudulmadı.Haqlarında məlumat verilən 27 peygəmbər də eləcə.
Yer üzünə 124 min peyğəmbər gəldiyini söyləyirlər Bəs onların taleləri haqda harda məlumat verilib.Deyə bilməyəcəyəm- bəlkə hansısa
İlahi bir kitabda?
Hər bir qövmə ayrı bir peyğəmbər gəldiyinə görə demək ki,türklərə də peyğəmbər gəlmiş.Bəs niyə adı tarixdə qalmamış? Yuxarıda gördük ki,adları tarixə düşən peyğəmbərlərin heç biri qövmləri tərəfindən qəbul edilməmiş.Demək tarixdə faciə yaşayan peyğəmbərlər qalır.Türklərin peyğəmbərlırinin tarixdə qalmamasının sıbəbi bəlkə də onların peyğəmbərliyinin türklər tərəfindın qəbul edilməsi olub.Bu,sadəcə minlərcə ehtimaldan bir güclü dəlil ola bilər.Türklər islamiyyət onların torpaqlarına gələnə qədər və ondan sonra da bir tək Tanrlya- Göy Tanrıya,VIII əsrdən də tək Allaha inanmışlar.Və heç bir zaman da əqidədın dönməmişlər.Dönüklük diğər millət və qövmlər üçün xarakterik olsa da,Türk ulusuna xas olan bir şey deyil…

Əbilin gündəliyindən:

Mənbə:  Etibar Əbilov

ƏBİL ƏBİLOVUN YAZILARI

>>>> ƏN ÇOX OXUNAN HEKAYƏ <<<<

Mustafa Müseyiboğlu adına kitabxana

“ƏDƏBİ OVQAT” JURNALI PDF

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

“ULDUZ” JURNALI PDF

“XƏZAN”JURNALI PDF

WWW.KİTABEVİM.AZ

YAZARLAR.AZ

===============================================

<<<< WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.USTAC.AZ >>>> 

Əlaqə: Tel: (+994) 70-390-39-93   E-mail: zauryazar@mail.ru

Aydın Qasımlı – “TT”

TÜRK – TARİX

“Tarixi faktlar sübut edir ki, ingilislərin 100 il idarə edə bilmədiyi Hindistanı, əsas da onun şimal hissəsini 1300 ildən çox türklər idarə edib.Avropanın 60 il idarə edə bilmədiyi ərəb ölkələri də təqribən 1000 il türk milləti tərəfindən idarə olunmuşdur.İran (Persia) adlanan ərazini də 1000 ildən çox türklər və biz idarə etmişik.Qürur duyulası tariximiz var. Hələ Assurları, Misiri məğlub edən, Ərəb Xilafətini ələ keçirən, dünyanın 3 qitəsində yüzillərlə söz sahibi olan türkləri demirəm. Roma papasını diz çökdürən Atillanın (Hun) İmperiyasını, Çini lərzəyə gətirmiş, Böyük Çin Səddini tikməyə səbəb olmuş Asiya Hun İmperiyasını, 300 il Rusiyada ağalıq edən, 3 Xaç Yürüşünü darmadağın edən, Şərqi Roma İmperiyasını çökdürən, Vyana qapılarına qədər gedib çıxan türkləri, Çingizxanın Monqol İmperiyasını, 600 il ən güclü və uzunömürlü dövlətlərdən olmuş Osmanlı İmperiyasını da bunun üstünə gələk. Belə olanda baxırsan ki, 2500 il Asiyanın, 1500 il Avropanın böyük bir qisminin, 400 il Afrikanın şimal hissəsinin taleyini həll edən türk millətinin tarixini silsən yerdə heç nə qalmaz.”.

Aydın Qasımlı

Türkoloq, filologiya elmləri namizədi, dosent.

Sitat onun “Türklər” kitabındandır.

Məlumatı hazırladı: Tuncay ŞƏHRİLİ

LAÇIN SİMURQ KİTABXANASI

Mustafa Müseyiboğlu adına kitabxana

“ƏDƏBİ OVQAT” JURNALI PDF

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

“ULDUZ” JURNALI PDF

“XƏZAN”JURNALI PDF

WWW.KİTABEVİM.AZ

YAZARLAR.AZ

===============================================

<<<< WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.USTAC.AZ >>>> 

Əlaqə: Tel: (+994) 70-390-39-93   E-mail: zauryazar@mail.ru