It was dawn — or maybe dusk. The stars, suspended, oscillated between pale and burning again. The moon, of a dark red, sang of pain in a bright yellow.
On the edge of existence, beyond disappearance, the silent cries of ruin echoed everywhere. Nails, thorns, and the scattered glow of a broken hope spread all over the earth.
Thousands of desire germinated in the eyes of the living. Around a torn shoe floated great cruelty. In every courtyard, a dark image, a wild vision rested, and the stones of patience burned for fear of cracking.
A bunch of bastards wandering around, as if every new day belonged to the opportunists, to the troublemakers. Enemies disguised as friends everywhere, like locusts growing in a field that has not been plowed.
And yet, I believed in tomorrow full of hope, to sparkling loves, to the light that reconciles all shadows, to the violets of the day that will be reborn, to the rain that caresses the earth.
Why, why this early destruction? Why is this treacherous fog killing every glance? Why are these screams of fear, these rivers of pus?
The flowers are starving to death. The sun is afraid to set at the foot of the hill. The night is ashamed of the day.
Akşam, bir yorgun anne gibi esner sessizce, Gökyüzü ağzını açar, yıldızlarını döker yere. Karanlık, sabırla örter dünyanın yüzünü, Sanki rahmetli bir eldir toprağı saran.
Bir sessizlik yayılır ufuktan ufka — Ninni misali, uyku eşiğinde bir mırıldanma. Her yaprak, rüzgârın kalbinde döner, Her düşüş, bir vedayı hatırlatır insana: “Giden döner elbet,” der, “ama hiçbiri eskisi gibi değil.”
Sonbahar bilir; Her dönüşte biraz eksilir hayat, Ve ölüm uykusu, her defasında Biraz daha derin kazılır ruhun kuyusuna.
Yağmur iner… Mezar toprağı doyar, ama unutur tattığını. Gökyüzü fısıldar kendi kendine: “Her damla, unutulmuş bir kalbin duasıdır.”
Bazen huzur getirir bu rahmet, Bazen kederi taşır dalga dalga. Ve oluklar ağırlaştıkça, Her yalnız ağaç susarak tükenir köklerinden.
Birden, çığlıklar yükselir: Kan gibi, açlık gibi, aşk gibi, Çocuklar gibi, ölüler gibi… Hepsi aynı boşluğa seslenir: “Bizi kim unuttu?”
Toprak, bir annenin gözbebeği gibi büyür acıyla, Ve içinden geçen ırmak, Haliç’in sinesinde savrulan sarı yapraklar gibi akar.
Yıldızlar, göğü delmek ister umarsızca, Lakin gece, üstlerine kanlı bir örtü sermiştir. Işık, doğmadan susar.
Yine de, ey sonbahar, Senin kalbinde bir umut saklı hâlâ. Kırılmış dala nefes, Yere düşen yaprağa merhamet olursun. Zira her ölüm, bir doğumun gölgesidir.
Ve şimdi, Irak’ın her mevsimi aynı hüzünle örülüdür; Karanlık büyür, geceler taş kesilir, Öyle ki unutur artık insanı değil, Tanrı’yı bile…
Ama uzaklarda, Belki bir çocuğun rüyasında, Belki bir annenin kalbinde Bir ışık titrer hâlâ — Karanlığa inat, Yaşamak isteyen bir yıldız gibi.
Işığın Şairi 10/10/2025-Paris
Asi Nehrin Kayıp Kızı!
Sana çok şey anlatmak isterdim ama ağzımı açacak ne isteğim ne de gücüm var.
Sonra düşündüm: Sana ne söyleyebilirim?
Söylesem de söylemesem de senin için bir fark yaratmayacağını biliyorum.
Bu yalancı baharda hor görüleceğimi biliyorum.
Sana neler yaşadığımı, her asrın israfıyla nasıl yaşadığımı nasıl anlatabilirim?
Dilimdeki her kelime bal yerine zehre dönüştü.
Yas tuttuğum her haksızlığın acı tadı ağzıma yerleşti.
Ağlasam mı, gülsem mi, yoksa ölsem mi bilmiyorum.
Acımı paylaşacak kimsenin olmadığı bu dünyada ne diyeceğimi bilmiyorum.
Üzüntü, nankörlük, umutsuzluk ve pişmanlıkla çok iyi arkadaş olduk.
Bu çiçekli dünyada kapana kısılmışım.
Sanki erken doğmuşum ya da boşuna doğmuşum gibi hissediyorum.
Ah, kalbim, ağzımın ne kadar mühürlü olduğunu bir bilsen.
Benim için çok savaştığını biliyorum, umutla dolu olduğunu biliyorum, ama bahar, biliyorum ki zaman geçti ve sevinç de geçti.
Kuşların bile zar zor uçabildiği bu derin mavi gökyüzünde nasıl uçabilirim?
Bu kırık kalbe nasıl kanat takıp uçmasını söyleyebilirim?
Asi Nehri’nin suları kan kırmızısına döndü, dağlardaki kayalar kızıl kıvılcımlar saçıyor,
Ama biliyorum ki bir gün ansızın, göğün efendisi ay bütün karanlıkları aydınlatacak.
Biliyorum ki dünya cesaretini uyandıracak, kuşlar gökyüzünde özgürce uçacak, ağaçlardaki yapraklar yeşerecek.
Uzun zamandır sessiz olsam da unutmadım. Nasıl gülümseneceğini, nasıl şarkı söyleneceğini ve nasıl neşeyle dans edileceğini.
Çünkü şarkılarım hala kalbimin yalnızlığında bana fısıldıyor.
İnan bana kalbim, bir gün bu kafesi kıracağım, bir gün onu korkunç ıssızlığına gömeceğim.
O zaman seninle sevinç şarabını içeceğim,
Çiçekler gibi şarkı söyleyip açacağım,
Baharda bir kuş gibi.
Vücudum ince ve narin olsa da, Rüzgarda titremeyeceğim.
Eski çağlarda İpek Yolu’nun geçtiği, yerle gök arasındaki bağların örüldüğü ANTAKYA’nın kızıyım.
Hiçbir acı, hiçbir kayıp hissi beni yolumdan alıkoyamaz.
Işığın Şairi 20/09/2025-Paris
Sevgiliye Hasret!
Selâm ey yârim, ey gönül sultanım, Nicedir sesin gelmez, nicedir suskun âlem. Nasılsın, ey yüreğimin menzili, ey hicranın incisi? Umarım ki rüzgâr saçlarını hâlâ okşuyordur şefkatle.
Dün Yusuf Amca’nın oğlu uğradı hâneme, Kederli bir yüzle dedi ki karısı: “Gittiğim günden beri bana dargınsın, zira bir satır bile yazmadım.”
Ah yârim, bilirim öfkeni; bilirsin sen de, mektup yazmak bana zul gelir — çünkü her harf, yüreğimin damarını keser gibi akar.
Söyle, anlamsız günleri, sessiz geceleri hangi kelime anlatır sana? Hakkım yok artık seni incitmeye, bu yüzden sustukça kalemim ağlar.
Kendimden dem vurmam, bilirsin; ama bu defa, işte, karşındayım, birkaç kelâmı gözyaşıyla yazmaya niyetliyim.
Hangi elimi kullanayım, yârim? Sağ elim seni anar, sol elim seni arar. Hangi mürekkep seni taşır kâğıda? Siyah yazsam keder, mavi yazsam gökyüzü olur adın.
Bu penceresiz hücrede ne anlatayım? Cehalet, karanlıkta kandil söndüren bir rüzgâr, açgözlülük ise kalpleri kurutan bir zehir. Fareler bile hür, insan ise zincire vurulmuş.
Çantamda sararmış bir yaprak kaldı, ona yükledim tüm sükûtlarımı, tüm iç çekişlerimi. Bir kez daha: merhaba, ey kalbimin hükümdarı.
Aç çocukların iniltileri hâlâ kulaklarımda, yoksulluğun yankısı yüreğimin duvarlarında. Ruhumda kabuk bağlamayan bir yara gibi durur o sesler.
Ve ben, hâlâ köyümün bahçesindeki karanfil kokusuna hasretim.
Söyle bana, yârim, hangi sözle dökeyim özlemimi? Tatlı mı olayım, tanıdık mı duyulasın kulaklarına? Zira artık güzel sözleri unuttum.
Ben, süslü kelâmlarda aciz bir âşığım. Yalnızım; güneşin doğmadığı bu yerde bir ben, bir sigaram, birkaç da hatıram kaldı.
Onlar en sadık yârlerimdir; her gece, başımı taşa koyduğumda beni kollar gibi sarar o anılar.
Burası, aşkın olmadığı bir vakit, zamanın kalbi durmuş gibi ağır akar. Her dakika senin yokluğundan daha zehirlidir.
Gün biter, herkes uykuya kaçar, bense gözlerimi kapatıp baharın kokusunu düşlerim — belki rüyamda sana varırım diye.
Ah unutmadan: Bahçedeki incir ağacı büyüdü mü? Benekli inek doğurdu mu yavrusunu? Ya ninem, ya dedem? Onları da gözyaşlarımın ırmağında taşırım.
Her şeyi özledim, yârim; hatta çocukları azarlayan Fatma Teyze’yi bile.
Dilerim ki gök yarılsın, sonsuz bir yağmur yağsın üzerimize, seninle ıslanalım, ve ben, ıslak saçlarını tararken kokunu içime çekeyim.
Zamanın kanatlarında savrulurken, her kırık çam ağacı sevgimizle dirilsin, her gölge, neşemizi hatırlatsın.
Yazarım, yazarım… Sonra derim ki: “Ona iyi olduğumu söyle,” nehrin akıntısına bırakırım sözlerimi. “Git, de ki, o hâlâ seni seviyor. Unutmasın, kalp sensiz nasıl yaşar?”
Gözlerim göğe çevrili, ay hâlâ parlar, tıpkı mazinin ışıltısı gibi — geçmişini unutmaktan korkan bir mevsimdir o.
Ah, sevgilim… Omzumda hayatın bütün yükü, kalbimde insanlığın derdi. Gülümserim herkese, ama içimde, kimsenin bilmediği bir ıssızlık büyür.
Gençliğim, hayallerim, çocukluğum — hepsi birer solmuş gül gibi dağıldı zamana.
Söyle bana, yârim, şimdi “seni özledim” desem, bana ulaşmak için kaç asır geçersin?
Gel, aşalım tüm hudutları. Korkmasın mesafeler, çünkü ben gözlerimi kapattım bile, zamanın ötesine geçtim.
Bu soğuk duvara yaslanmışken senin sıcaklığını hissederim, sanki nefesin ensemde.
Fısıldarız, güleriz, dünya susar — sadece biz kalırız.
Seni, ayın güneşi arzuladığı gibi arzuluyorum; sensiz geçen her gün, beni yokluğun kuyusuna iter.
Ah yârim, bütün karanlıklar çöl fırtınası gibi dağılsın, ve ben, yazılmış bir mektubun yarınsız sabahına kavuşayım.
Keşke “eğerler” olmasaydı… Keşke karanlık bilseydi, ışığa giden yolun umutla döşendiğini.
Anam derdi ki: “Sabah rüzgârı bir esti mi, artık durmaz.”
Ama söyle yârim, bizim suçumuz neydi? Ölmek için mi doğduk, yoksa yaşamadan ölmeyi mi öğrendik?
Belki de — biz çoktan ölmüştük, ve birbirimizin nefesinde yeniden dirilmeyi bekliyorduk.
Işığın Şairi 01/09/2025-Paris
Bilmiyorlar mı?
Şafak vaktiydi -ya da belki alacakaranlık. Yıldızlar, havada asılı kalmış, sönmekle sönüp gitmek arasında gidip geliyordu. Koyu kırmızı ay, parlak sarı bir acıyla şarkı söylüyordu.
Varoluşun kıyısında, yok oluşun ötesinde, yıkımın sessiz çığlığı her yerde yankılanıyordu. Çiviler, dikenler ve paramparça olmuş umudun dağınık parıltısı dünyaya yayılıyordu.
Yaşayanların gözlerinde binlerce yıllık arzu filizleniyordu. Yırtık bir ayakkabının etrafında büyük bir zulüm yüzüyordu. Her avluda karanlık bir görüntü, vahşi bir görüntü dinleniyordu ve sabır taşları çatlama korkusuyla yanıyordu.
Bir grup piç, sanki her yeni gün fırsatçılara, sorun çıkaranlara aitmiş gibi ortalıkta dolaşıyordu. Her yerde, dost kılığında düşmanlar, sürülmemiş tarlalarda büyüyen dikenler gibi.
Oysa ben umut dolu yarınlara, ışıldayan aşklara, tüm gölgeleri uzlaştıran ışığa, yeniden doğacak günün menekşelerine, toprağı okşayacak yağmura inanıyordum.
Neden, neden bu erken yıkım? Neden her bakışı öldüren bu hain sis? Neden bu korku çığlıkları, bu irin nehirleri?
Çiçekler açlıktan ölüyor. Güneş tepenin eteğinde batmaktan korkuyor. Gece gündüzden utanıyor.
Bunu bilmiyorlar mı? Bunu bilmiyorlar mı?
Soğuk ne kadar uzun sürerse, tadı o kadar acılaşıyor.
Dün Yusuf Amca’nın oğlu beni görmeye geldi. Karısı ona, “Gittiğimden beri sana yazmadığım için bana kızgınsın,” dedi.
Öfkeni anlıyorum canım, ama mektup yazmakta pek iyi olmadığımı biliyorsun.
Söyle bana,
Anlamsız günlerimi, gecelerimi sana nasıl anlatayım? Seni daha fazla üzmeye hakkım yok.
Biliyorsun kendimden bahsetmeyi pek sevmem ama yine de sana birkaç kelime yazmaya çalışacağım.
Şimdi söyle bana, hangi elimi kullanmalıyım? Mesela , “Hangi renk mürekkebi tercih edersin?”
Ah, oh, aşkım, inan bana, uzaktan yazmak hiç de kolay değil.
Bu dar, penceresiz yerden sana kendimin hangi yanını anlatmalıyım?
Cehaletin ışığa galip geldiği bir zamandan mı bahsetmeliyim?
Açgözlülüğün bizi anlamsızca tükettiği bir zamandan mı bahsetmeliyim? Farelerin özgürce dolaştığı bir karanlıktan mı?
Söyle bana, nereden başlasam?
Çantada sadece sararmış bir yaprak var,
Söylenmesi gereken her kelimeyi bu yaprağa sığdırmalıyım.
Tekrar yeni baştan merhaba sevdiceğim.
Biliyor musun? Aç çocukların sesi hâlâ kafamda yankılanıyor, ruhumda iyileşmeyen bir yara.
Mesela köyümdeki her evin bahçesindeki susuz karanfillerin susuzluğunu hiç unutamadım
Söyle bana sevdiceğim . Söyle bana: “Hangi zarif sözleri seversin?” “Ama tanıdık olsunlar; sonuçta uzun zamandır bu konuda cahildim.”
Beni bilirsin, süslü kelimeler konusunda çok beceriksizimdir.
Ah sevdiceğim , güneş ışığının nüfuz edemediği bu yerde benden, sigaramdan ve birkaç fareden başka kimse yok.
Ha, bir de uzun zamandır aklımda tuttuğum, ihtiyacım olursa diye sakladığım birkaç anım daha vardı.
Bana herkesten daha sadıklar
Başımı her yastığa koyduğumda bana sımsıkı sarılıyorlar.
Bilirsin, zor zamanlar sevgi dolu sarılmalar ve anılar olmadan geçmez.
Burada günlerin ne kadar uzun olduğunu söylememe gerek yok.
Hiçbir anın senin yokluğundan daha acı verici olmadığını anlamalısın.
Biliyor musun?
Burada herkes heyecanla gün batımını bekler, bir an önce uykuya dalabilmek, gözlerini kapatarak aydınlık günlerin ve baharın kokusunu içine çekebilmek için.
Ah, neredeyse unutuyordum.
Bahçeye diktiğim incir ağacı büyüdü mü? Ya benekli inek? En son hamileydi. Doğum yaptı mı?
Dedem ve ninem nasıllar?
Gözlerimden akan yaşlar hepinize olan özlemle nehirleri dolduruyor.
Herkesi , herkesi, hatta sokak köşesinde oturup gelip giden çocukları azarlayan o dedikoducu Fatma Teyze’yi bile özlüyorum.
Ne isterdim biliyor musun? Keşke gökyüzü ikiye ayrılsa, durmadan yağmur yağsa, ikimiz de her zamanki gibi sırılsıklam olsak ve ben de yorulmadan ıslak saçlarını tarayıp kokunu doyasıya içime çekebilsem.
Kayıp bir zamanın kanatlarında, her ezilmiş çam ağacı sevgimizden cesaret alsın ve her yere mutluluk saçsın.
Söyle bana, nereden başlamalıyım?
Sevgiyle mi, öfkeyle mi?
Yoksa en güzel selamla mı başlamalıyım?
Yazıyorum, yazıyorum, kendime kendim cevap veriyorum:
Sevdiceğime iyi olduğumu söyle, diyorum nehirde yüzen her yaprağa.
Git ve ona onu ne kadar sevdiğimi söyle diyorum .
Ona beni unutmamasını söyle: Söyle ona, sevdiceğin sensiz nasıl mutlu olabilir?
Ah,ah , gözlerim hep yıldızların parıltısında.
Ay her zaman en yükseklerde bilirsin,
Kadim bir tarihi yok etmemeye özen gösteren bir mevsim gibi ışıl ışıl.
Ah, ah, sevdiceğim
Sırtımda taşıdım hayatımı, sanki bu yetmiyormuş gibi, bütün insanlığın yükünü taşıyorum,
Herkese en derin gülümsemelerle, Üzgün yüzümü kaldırıyorum, Gülümseyen yüzümü takıyorum, Kimsenin bilmediği yalnızlığımda,
Gençliğim, gittiğim yerler, çocukluğum Hayallerim anlayacak, ruhum şüphe içinde, Solmuş çiçekler gibi dağılmışım
Söyle bana, söyle! Şimdi sana seni özlediğimi söylesem, bana koşmak için kaç asrı geride bırakırdın?
Tıpkı karanlık bir labirentte mahsur kalan çocuğunu kurtarmak için koşan bir annenin telaşı gibi.
Hadi, tüm sınırları aşalım
Uzaklıklar seni korkutmasın, birlikte gözlerimizi kapatalım, Ben gözlerimi kapattım, şimdi tüm zamanların ötesine geçiyorum.
Sırtımı yasladığım bu karanlık, soğuk duvara rağmen, sanki yanı başımdaymışsın gibi sıcaklığını hissediyorum.
Herkesi görmezden gelerek fısıldaşıp gülüşüyoruz .
Seni nasıl özlüyorum, tıpkı ayın ve güneşin birbirini özlediği gibi, günler geçtikçe senden ayrılığım beni hasret kuyusuna düşürüyor.
Ah sevdiceğim , keşke bütün karanlıklar çöl kumlarını kasıp kavuran sinsi fırtınalara yenik düşse.
Yarını olmayan, imkânsız bir günde yazılmış bir mektubun alıcısına yaşattığı mutluluğu keşke ben de yaşayabilsem.
Keşke “eğerler” olmasaydı, keşke karanlık mutluluğa giden yolun aydınlık olduğunu anlayabilseydi.
Aklıma takılan bir söz vardı, annem hep söylerdi.
Saba rüzgarı bir kere esince, asla durmazmış .
Peki bizim suçumuz neydi?
Doğduğumuzda ölürüz, genç ölürüz ve zaten birer ölüyüz.
İnsan, duyguları, düşünceleri, hesaplamaları ve planları olan karmaşık bir varlıktır.
Çoğumuz konuşurken “İnsan olmak zordur!” deriz. Ve insan olmak gerçekten zordur!
Ancak her insanın kısmen kendi mimarı ve tasarımcısı olduğunu unutmayalım. Yenilenmek veya gerilemek, iyi veya kötü olmak kendi iradesindedir
Zihin, iç gözlem yapma, kişisel düşüncelere sahip olma, hayal kurma, set ve varoluş hakkında görüşler geliştirme yeteneğine sahip olsa da, en ufak bir değişiklik veya kışkırtmada kılık değiştirdiğini ve tökezlediğini görebiliriz.
İnsan haklarının ve insan yaşamının doğal yasasının korunması gerektiğini savunurken bile, kendi varoluşunu ve yaşamdaki amacını ifade etmeden geçmez.
Rahimden beri sonsuz travmalar yaşamış etten kemikten bir varlık, çoğu zaman kendi içinde yaşadığı çatışmaları ve dengesizlikleri bastırsa bile, ne yazık ki zarar vermekten kaçınamaz.
Her şeye rağmen, başkalarının derin ve yoğun duygulara sahip olduğunu sıklıkla unutur.
Evet, bir gerçek var, bir insan “üstün” olmalı, ancak bu üstünlük insan türünün mutluluğunu veya varoluşunu yok etmek anlamına gelmez.
Doymak bilmezlik, üstünlük duygusu, güç arzusu ve hırs tetiklenmemelidir. Hırs vicdanı bulandırmamalı, kalpleri karartmamalıdır.
Yeni dünya sistemine baktığımızda, insanlar birbirlerini kolayca sevmeyi bıraktılar, sadece kavga etmek istiyorlar. Kavga ettiklerinde gözleri hiçbir şey görmüyor, etrafındakileri yakıyor ve yok ediyorlar.
Bir ülkeyi veya bir coğrafyayı sarsan yangınlar değildir. En zor şey, küçük yaşta yetim kalmış bir çocuğun yüreğine düşen ayrılık ateşidir.
Her gün sevdiklerinden ayrı olmanın ne demek olduğunu deneyimliyorlar. Çimlere uzanıp parmaklarıyla bulutlara şekiller çizmek yerine, gözleri mutsuzluk ırmaklarına su taşıyor.
Parmaklarının yaralarıyla duvarlara çiziyorlar ne kadar zaman kaldığını, güzel bir yarına ne kadar zaman kaldığını, masum bakışlarının ateş çemberine düştüğünü, alevlerin şüphesiz yarına dönüştüğünü.
İnsanlık her sabah uyandığında panik içindedir; bugün ne olacağını, yarının nasıl yaşanacağını düşünür.
Herkes düşünmeye başladı: “İnsanlar kavga etmekten ve öldürmekten yorulur mu? Ne zaman yüzümüzde özgür bir rüzgar hissedeceğiz?”
Para ve toprak hırsı, güç açlığı, intikam ateşi… Hepsi bir araya gelip bütün güzellikleri yok ediyor.
Sokaklarda çığlık çığlığa koşan insanlar, her binadan yankılanan açlık sesleri, her yerde hüznün yol açtığı çöküşler.
Güzel duygular kin ve nefretin kölesi oldu.
Dünya öyle yanmış, öyle yaralanmıştı ki, kızıllığı gökyüzüne bile yansımıştı. Her coğrafya, yemyeşil doğası ve rengarenk çiçekleriyle, bakmaktan asla bıkmayacağım bir cenneti hatırlatıyordu bana.
Bunların hepsi evrenin dört bir yanındaki coğrafyaların kaderini belirleyen ve “iyi insan” olmaktan uzaklaşanların eseridir.
Ne yazık ki insan olmak kolay değildi.
Vicdan, hırs ve tatminsizlik arasında bitmeyen bir çatışma olduğu sürece insan olamayız; “iyi insan” olmak yerine kötü insan olmaya devam edeceğiz. Kendimizi sevgiden ve sevilmekten mahrum bırakmayı seçtiğimiz sürece, ruhumuzda saklı olan kötülük ortaya çıkacak ve bir daha asla gerçek mutluluğu bulamayacağız.
Başkalarına göre yaşamak ve kin tutmak insanı yavaş yavaş tüketir; kötülüğün yoluna girdiklerinde “iyi insan” olmaktan uzaklaşırlar, başkalarının standartlarına göre yaşamaya zorlanırlar ve kendilerini bulamazlar, varoluşun gerçekliğinden uzak, duygusuz bir yaşam tarzına düşmekten kendilerini alamazlar.
Kısacası,
insan o kadar güzel bir yaratıktır ki Tanrı onu en güzel şekilde yaratmıştır.
İçimizdeki şeytana sağır olmak o kadar da zor değildir. Sadece vicdanımızın sesini dinlemeyi öğrenmemiz gerekir.
Aksi takdirde, görmezden geldiğimiz insanlık yok olmakla kalmayacak, evrendeki her canlı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Kimseye görünmeden irin dolu yaraların arasından sürünerek nasıl geçtiğimi asla unutamam.
Her günün ve her karanlığın ışığının sönük yıldızları arasında yürüdüm, 19 güneşi geride bırakarak.
Yorgunluk benim için hiç sorun olmadı. Zaman, ben, ben zamanın içindeki bendim.
Her evrenin doğuşunda kendimi farklı ellerde ve farklı çığlıklarla buldum. Korkmadım, isyan etmedim.
Her dağın eteğindeki taşları, parlak güneş ve yaseminlerin farklı kokuları arasında var olmaya çalışmalarını izledim
Uzaktaki aslanların ve ceylanların ayrımcılık, üstünlük ve kaos gibi konulardaki tatlı sohbetlerini dinlemek ve her çiçeğe mutlu bir şekilde konan arıların varlığını hissetmek çok güzeldi.
Bu topraklarda hak edenlere koşulsuz sevgi vardı
Ve ben.
Sevgi ve saygıyla yaşamayı, Yaradan’ın lütfuyla yaratılışı sevenleri sevmeyi seviyorum.
Atalarımdan doğadaki her canlıyı koşulsuz kabul etmeyi öğrendim
Ben bir ışık insanıyım
Akdeniz’in sevgi dolu güneşi altında sazlıkların kıyısında yaşayan basit bir insanım.
Şimdi bu kıyı bilinmezliğe akıyor
İlk ışık, ilk beden, ilk güneş, İkinci İlk Kutsal Günün ilki ve sonu
Bir zamanlar burada yeşillik yoktu, akan nehir yoktu, ekilmiş çiçekler yoktu,
Kuru toprak, kuru kökler ve ağaçlar, gökyüzünde süzülen nektar kuşları ve güneş kuşları.
Hiçbir şeyden yaratıldı, hiçbir şeyden yeniden inşa edildi.
Ormanlar, ağaçlar, meralar dikildi
Kuraklık, uzaklık, hiçlik bizim için sorun değildi, toprağı yeniden yaratmak ve solumak bizim için yıkım değil, yeniden doğuştu
Ürdün Nehri kıyıları gibi, Ölü Deniz kıyıları gibi, tarihin sevgi ve sabırla yoğurduğu misafirperver bir yer, varoluşun simgesi haline gelmiştir.
Karanlığın dehlizlerinde bir güneş doğdu ve bu güneş Filistin’i doğurdu, duvarları yetim çocukların gözlerinden akan yaşlarla yoğrulmuş toprakla sıvandı, tüm acılara rağmen, her ev gün doğarken bir gül bahçesine dönüştü.
Bu kâinatta, ismine layık olan yerin adı FİLİSTİN’dir.
Ve sonra bulutlar gökyüzünü ağlattı
Varoluşun yokluğu çığlık attı
Filistin’in dört duvarı çöküşün, hayal kırıklıklarının, belirsizliğin ve her kökü yok etmek isteyenlerin yurdu olmuştu.
Her sokak ödünç alınmış bir zamanda yaşıyor gibi görünüyor.
“Ama huzurlu bir hayattan daha büyük bir rüya yoktu.”
Köklerinden sökülmüş bir zeytin ağacı, çanların ve saatlerin sesinin her coğrafyada aynı olmadığını nasıl bilebilirdi?
Yosunlu bir taşın altında saklanan kara balık, her ırmakta akan suyun renginin aynı olmadığını nasıl bilebilirdi?
Fatma, Ali, Ayşe, İlyas, İsa, Davut, Yakup, Berivan, Musa, Hasan, Hüseyin, topraklarına gelen herkesin acı çığlıklarının ortasında bir oyuncak olacağını nasıl bilebilirdi?
Bu topraklar sessiz bir kasırganın yıktığı bir köy gibi olmamalıydı
Varlığı yok etmeye çalışan her yıkım, hiçliğin içinde hiçliği barındıran bir varlıktır.
Dağın tepesindeki diken bile, benim toprağımın, senin toprağının, onların toprağının, taşların, dağların, nehirlerin, ağaçların, kuşların ve herkesin özel dünyasının sonsuza dek kaybolacağı akıllarına gelmemişti…
Yüzyıllardır her canlının ait olduğunu sandığımız bu toprağın aslında benim toprağım, senin toprağın veya bizim toprağımız olmadığını nasıl bilebiliriz?
Köyümü yok edenler şimdi halkımı yok ediyorlar: gökyüzünde uçan kelebekleri, vızıldayan sinekleri ve otlayan koyunları.
Kendime bu soruyu sormaktan yoruldum ama bir daha asla sormaktan yorulmayacağım: Burada ne kadar kalacağız? Ve sırada neyi boyunduruk altına alacağız?
Ah, ah… zaman, tekerleğe ve güce hizmet eden zaman
Gecenin karanlığının senin olduğunu biliyorum
Ama unuttuğun şey, benim gündüzü aydınlatan ışık olduğumdur.
Ve herkes gündüzün geceden daha güzel olduğunu bilir.
Birçok kişi Hayfa taşının çayır kuşunun tüyündeki bir su damlası gibi olduğunu bilir,
Biz Akdeniz kıyısının temel taşıyız. Biz ışığın varlığı ve karanlığın korkusuyuz.
Ölüm artık beni korkutmuyor.
Ölümden daha zor bir durum keşfettim: kalıcı. Israr ve cehalet gerçeği yok eder.
Ve sana diyorum ki, en acı çığlıklarla, hoşuna gitsin ya da gitmesin, Ey Zaman, emin ol ki özgürlük her zaman yaşayacak, yeşil, huzurlu, dünyanın ağaçlarında…
Ve gecenin karanlığında Işığı öldürmeye gelenler kendi çöplerinde, kendi çürümüş zihinlerinde, karanlığın en parlak şekilde parladığı Cehennem’de boğulacaklar.
Ve ben Kayıpların Cenneti’nde yok olmaya devam edeceğim, ta ki Cehennem’in iblisleri tükenene kadar.
Gözlerim kapalı, hızla koruluğun tepesine yürüyorum,
Aklımda ve kalbimde sadece sen
Başka hiçbir şey düşünmeden, pençeli ayaklarımla hiçbir şeye dokunmadan yürüyorum
Yalanların arasından geçiyorum, sırada bekleyen düşmanları görüyorum.
Kimseyi görmezden gelmedim, arkama bakmadan, kemerli gagam ve kancalı ayaklarımla, emin adımlarla yoluma devam ettim.
Her yerde suyun hışırtısı, yüzümde rüzgarın serin esintisi
Dünya bana bakıyor, ben dünyaya bakıyorum
Aşağı bakıyorum, dallarından kopmuş ve yere doğru sürüklenen sararmış yapraklar var
Hiçbir şey değişmemişti, her şey aynıydı.
Bir kez daha keskin gözlerimle gurur duydum, tek bir ayrıntıyı bile kaçırmamışlardı
Her şeye, her hayale sıkıca tutundum
Doğanın hayatta kalma refleksini harekete geçirmesi gibi ben de hayatta kalma refleksimi harekete geçirdim
Hiçbir şey düşünmeden en güzel hayallere tutundum, umutsuzluktan uzak karanlıkta kaybolan dumanı, hiçliğin ormanındaki üretim alanlarını kaplayan mantarları düşünmeden hareket ediyorum
Hiçlik, hiçliğin dehşetinin verdiği imgelerdeydi
Yürürken çıplak patiler, yağmurdan ıslanmış ayaklar, Ve çayırlar olmadan bırakılmış uzun çöller görüyorum
Evlerin çatılarına bakıyorum, üst üste yığılmış çöp kutuları, dipleri paslanmış ve delinmiş,
Güneş çok yüksekte asılı duruyordu, istemsiz hareketlerle gözlerini açıp kapatıyordu
Döndüm ve kendime baktım, gördüğüm şeyin kanatlarımı taşıyan bedenim mi yoksa bedenimi taşıyan kanatlarım mı olduğunu anlayamadım
Ağırlıksız bir sessizlikteyim.
Bütün doğa omuzlarımdaydı
Bütün seraplar, bütün rüzgarlar… Donmuş bir nehir gibiydi, donuk ve hareketsiz.
Doğa kendi gücünün farkında mıydı, değil miydi, donukluğu ve kararsızlığıyla neyi vurgulamaya çalışıyordu?
Ölçülü adımlarla yürümeye çalışıyorum
Kurak dünyanın sonsuz özgürlüğü topuklarımın ağır adımlarıyla çığlık çığlığa hareket ediyor.
Ufuklar ayak tabanlarımdan su gibi akıyordu.
Gökyüzü ve doğa gözlerimin denizinde yüzüyordu.
Vücudum, asırlardır paslı bir kafesten kaçmaya çalışan nehirlerin yatağıydı
Kaburgalarım bir pencere pervazına yaslanmıştı, yırtık paltom duvardaki bir askıda sessizce asılı duruyordu.
Çok ıssız bir pencereden dışarı baktım, dışarıda bir yüz vardı, dudaklarında sigara dumanı,
Her yer alacakaranlıktı
İçimdeki karanlığın korkusunu dağıtmak için
Ellerimi çırptım, bir karga gözlerinin arasından bana göz kırptı
Sanki pencere ile ateşin közleri arasında sıkışmış gibi hissettim.
Karga uzun süre etrafına ve bana baktı, sanki kayıp gerçekleri arıyormuş gibi,
Karganın gözlerinde çok güçlü kokan denizi gördüm
Denizin etrafındaki tüm dünya donmuştu ve kıvrımları omurgasından soyuluyordu
Dondurucu bir sabahtan daha soğuk ve daha kıvrımlıydı
Hiçliğe dönüşmüş yıldızlar, otsuz dağlar, soğuk sabahlar ve kalabalığın arasında amaçsızca yürüyen insanlar vardı.
Rüyalarımda çok şey vardı, çok şey gördüm
Gerçekten dikkatimi çeken ne insanın insana düşmanlığıydı ne de yırtıcı bir hayvanın korkutucu görünümü.
İnsanın bir su damlasından yaratıldığını, hayatın bir esinti gibi olduğunu anladım.
Nehirler, ağaçlar, çiçekler, doğadaki tüm canlılar büyük bir kafesteydi, Tanrı’nın koruması altındaydı.
Ve Doğa’yı çevreleyen denizler aslında zehir bir kara yılandı ”..