BENİM KÜÇÜK MASALIM
Uyu, neşe kaynağım,
Evde ışıklar söndü.
Bahçedeki kuşlar da uykuya daldı,
Göldeki balıklar da uyudu.
Ben doğarken şiddetli acının ne demek olduğunu anladım ve annemin acısı canımı esir aldı. Damarlarım çatladı, ruhum kan kesti, tenim ısındı ve ağlamağa başladım. O an ilk kez tatmıştım ayrılığı, ilk kez öğrenmiştim acıya direnmeği…
Yedi aylık bir bebekken öldüm ben, o yüzden kısacık bir öyküyüm.
Hatırlıyorum. Hepsini hatırlıyorum. Alçak tavanlı ahşaptan yapılmış bir evde doğdum. Dar bir salonu ve mutfağı olan küçük üç odalı bir ev. Bak, kapının dışında annemin sesini dinleyen iki çocuk var. Biri dokuz yaşında bir erkek çocuğuydu, ötekini hatırlamıyorum. Kapı açılıyor ve bir kadın çocuklara seslenerek, ortalıkta ele ayağa dolaşmamaları gerektiğini, kapının önünden gitmelerini söylüyor. Açık kalmış kapının ardından annemin su içinde kalmış çıplak ayakları görünüyor. Az sonra kapı kapanıyor. Annem nasıl da bitkin, yüreğinin kanı yüzünde birikmiş sanki. Yanında dört kadın var. Onlardan biri daha yaşlıydı, anneannemdi galiba. Annemin ayakucunda bir leğen var. Kadınlar nasıl da soğukkanlılar. İçlerinde yalnızca biri ara-sıra “can” diye ses veriyor, kalanları buz kesmiş bakışlarıyla annemi gözetliyorlar, elleriyle yaptıkları yardımları gözardı etsek, büyük bir merak ve sabırla beni bekliyorlardı. Annemin başucunda duran kadın onun çıplak, beyaz göğsüne su serpiyordu, bu esnada yaşlı kadın da elindeki ıslak havluyla annemin ayaklarını siliyordu. (Galiba bütün bunları annemin azacık ta olsa rahatlaması için yapıyorlardı.) Annem inliyor, kurumuş boğazıyla bağırarak içinin hararetini, paramparça olmuş teninin acısını böylece söküp atmak istiyor. Kadınlar annemin kollarından sıkıca tutuyorlar. Ve benim sesim çıktığı anda yani ben ağladığımda annemin çığlıkları sona eriyor. Yüzünden belli oluyor bir hayli rahatladığı. Bir kaç saniye gözlerini kapatıyor, kafasını yana doğru çeviriyor ve nemli, sakin gözleriyle beni dinliyor.
Annemin sıcak kestane renginde saçları vardı. Yüzü esmer, gözleri simsiyahtı. Eğer ben büyümüş olsaydım ve bu kadın benim annem değil de bir başkası olsaydı, mesela yeşil otların, masmavi gökyüzünün ve al şafaklı güneşin olduğu rengarenk ve esrarengiz bir yerlerde karşılaştığım bir kadın olsaydı, ya da ne bileyim, mesela bir tren yolculuğunda rastladığım ılık bir tebessümle kitap okuyan yol arkadaşım olsaydı o zaman ona aşık olurdum. Sesi hazin ve sıcacıktı, güzel bir melodi gibi.
Beni kollarının arasına alıp, morarmış dudaklarını kulağıma dayayarak tatlı ve kutsal bir melodi söylediği anda sesim, inlemem, mamaya ve süte yeni yeni alışan tenimin acıları eriyip yok oluyor, ağrılarım diniyordu.
Göbek bağımızı kestikleri an iki beden olduk. Kanını damarlarından emmiş, canını ruhundan koparmış ve öylece uzaklaşmıştım annemden. Ona yaşattığım bütün acılara karşılık olarak, rahmine düşdüğümde ateşli ihtirasdan arınmış, kalbine sığınmıştım. Ve şimdi düşünüyorum da annemin yegane sevgisi sadece benmişim. Onun ruhuna yabancı duygular hakim olamazdı. Söz konusu ben ve benim hayatım olduğunda onun gözleri parlıyor, kirpiklerinin altındaki narin göz torbacıkları tüm mutlulukları içine saklamış gibi benliğimle bütünleniyordu. Hatta, babamı sevmeği bir türlü beceremese de, hatta onu büyük bir coşkuyla çılgınca seven gencecik bir adama göğsünü aşk, ihtiras, endişe ve sınırsız bir arzuyla açmış olsa da onun kalbinde benden başka kimse olamazdı. Belki de ben böyle düşünüyordum. Yanılıyor muyum yoksa, hayatımın ilk ve son kadınını tereddüt içinde sevdiğimi kabullenemiyor muydum, acaba? Masum ve tertemiz hayranlığıma onun ihtiraslarının, aşkının ve benden uzak düşmüş yabancı ve ihanet dolu endişelerinin ortak olduğunu neden bir türlü kabullene miyordum? Bütün bunları şimdi düşünüyorum. Çocuk şüursuzluğum ve oltası sabırsız ölüm yüzünden bunları düşünmeye hiç fırsatım olmamıştı.
Akşamadoğru gelmişti eve babam. Benim için annemin yanında küçücük beşiğe benzeyen ahşaptan bir yatak yapmışlardı. Babamın kahve rengi kıvırcık saçları alçak kapının çerçevesinden kayarak içeri geçtiğinde annemin dudakları güneş görmüş çiçek gibi açtı ve deminki kurumuş, morarmış dudaklar kendi rengini aldı. Odada sadece biz vardık. Sıcak yaz mevsiminde bile dağlara serinlik hakim oluyor. Bu yüzden annemin üzerine yumuşak, mor renkte battaniye örtmüşlerdi. Benim küçük beşiğimin tül gibi hafif beyaz bir örtüsü vardı. Babam ince parmağını dudaklarına dokundurarak damağının suyunu hissedinceye kadar annem simsiyah parlak gözlerini babamın üzerinden çekmedi. Annem gülümsediğinde nedense tüm sevinci gözlerinin altındaki zarif bir çizgiyle kat kesmiş torbacıkta saklanıyordu. Babam suskunluk içindeydi. Yüzünde mechul , henüz nedeni belli olmayan tuaf bir ifade vardı. Annemin ona sunmuş olduğu armağanı görmek için deminki beyaz tül örtülü beşiğe yaklaştı. Örtüyü açarak bana baktı. Yarımaçık gözlerimi, nokta gibi küçücük burnumu bakışlarıyla okşayarak sevinmeye başlamıştı. Sağ elinin küçük parmağını dudağıma dokundurdu, daha sonra anneme dönerek benimle ilgili bir kaç söz söyledi.
Belki de anneme uzun uzun şikayetlerim var ve bu şikayetleri üç-dört sayfalık bir mektuba sığdırmak mümkün değildir. Belki göğsümün darlığındandı, belki de genişliğindendi. Lakin annemin babamın ona gösterdiği ilgiye ve en çok ta bana aşk ve hüzün dolu bir mektupla gölge salması bir anlık olsa bile göz yumması hep anlaşılmaz kalacaktır. Annemin sevgilisini o genç aşk meleğini hatırlamak istemiyorum. Lakin benden masum, benden temiz, benden ihtiraslı aşk meleğini nasıl bula bilirdi, aklım almıyor. Şunu bir türlü anlayamıyorum. Ama hüzn ve aşkla yazılmış bir mektup vardı masanın üzerinde. O mektubu okuyamazdım, lakin ne o mektup ne de o masa unutulucak gibi değildi. Annemin odasında – saçlarını taradığı o büyük dörtgen aynanın önünde kenarları ezilmiş, yabancı, öksüz bir kağıt parçası vardı. O mektubu oraya babam bırakmıştı. Nasıl bulmuştu, nasıl getirmişti bilemiyorum. Ama o gün evimizde çok korkunç bir olay olmuştu. Babamın bağırması ve benim inlemem bir birine karışmıştı. Annem beni kucağına almıştı, yüzünde el büyüklüğünde kıpkırmızı bir leke vardı, kendi odasına girdi ve aynanın önündeki o mektubu da alıp gitti.
Benim öyküm çok kısadır. Çünkü sadece yedi ay yaşadım ve annemden başka kimseyi görmediğimi söyleye bilirim. Şu kısa yaşantımın, şu paramparça olmuş bütünlüğümün ne anlamı vardı bilemiyorum. Sanki çok yüksekten bir elin hafifliğiyle boşluğa bırakılmış incecik, beyaz kağıt parçası gibi hüzünlü bir melteme teslim olmuştum. Daha sonra kayıp, mechul, görünmez olmuştum. Lakin benim hikayem daha acıklıydı, çünkü yokluğumdan neredeyse dört, beş ay sonra annem beni tamamen unutmuştu.
Yabancı bir eve geldik. Tanımadığım bir adam beni kucağına aldı ve yüzüme gülümseyerek beni öptü. Elleri çok sertti, dudaklarıysa taş gibi soğuktu… Şimdi bunları hatırlamak istemiyorum, pek fazla hatırlayamıyorum da zaten. Ama benim için büyük ve geniş bir beşik hazırlamışlardı. Şimdi o beşiği ve annemi hatırlıyorum. Ben ağlamaya başladığımda gece inliyordu sanki. Karanlık öylece kalakalmış , Güneş te kıpırdamıyordu. Fakat gece öylece inliyordu. Karanlık odada büyük mutluluğun simgesi olan zarif bir mum yakıyorlar, pek fazla ışık saçmıyor, ama sesimin kesmesi için yeterli oluyor. Karanlığın zil sesi yavaş yavaş kesiliyor. Sıcacık, yumuşacık kadın eli bana dokunuyor. Ben mutluluktan yatağımda dönüyorum ve çığlık atıyorum. Annem gülümsüyor. Uykusu gözlerinin ardına saklanıyor. Ve fısıldaşmaların, kısık seslerin ardından bir parça şarkı duyuyorum. Bakışlarım bir hayli keskinleşmişti. Yüzümün ifadesi ve çizgileri aydın bir dalgınlığa bürünmüştü. Şaşkınlık içinde ona bakıyorum. O esrarengiz kadına. Ve sakince dinliyorum. Göz kapaklarım açılıp kapanıyor, git gide daha da yavaşlıyor ve uyku beni sesliyor. Annemse evvelki fısıltılı mutluluğuyla şarkısını söylüyor:
-Uyu, neşe kaynağım…
Göldeki balıklar da uykuya daldı.
Müəllif: Müşfiq ŞÜKÜRLÜ
MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN DİGƏR YAZILARI
Türkiye türkçesine aktaran: Turan NOVRUZLU
TURAN NOVRUZLUNUN DİGƏR YAZILARI
YAZARLAR.AZ
===============================================
<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və WWW.USTAC.AZ>>>>>>
Əlaqə: Tel: (+994) 70-390-39-93 E-mail: zauryazar@mail.ru