ÇİRKİN KIZIN SİYAH MUTLULUĞU

ÇİRKİN KIZIN SİYAH MUTLULUĞU

 (Müşfik ŞÜKÜRLÜ)

  Gözleri kamaşıyor ve güneşin yerini netleştiremiyordu. Evet, başı dönüyordu. Ama çabucak ta geçip gidiyordu. Hava çok sıcak değildi, hatta bir haylı ılıktı, cennet gibiydi burası. Güneş gökyüzü gibi aydınlıktı, bir az beyazlamış gibi, açık yumurta sarısına benziyordu. Gökyüzünün ortasından ufuka doğru kaymıştı güneş,  gözlerini kısarak dikkatlice ona baktığında  gökyüzünün koynuna ışıklı, solgun bir leke gibi yapışmış küçük küreciğin içinde kayboldukça, sanki yerini değişiyor, tıpkı bir tahterevallideymiş gibi kah aşağı iniyor, kah yukarıya doğru çıkıp tatlı tatlı oynuyordu. Yeniden başı döndü galiba. Sırtüstü yere uzanmış olmasaydı gözlerini gökyüzüne dikemezdi. Gözlerini açmasıyla kapatması bir oluyordu. Bu kez güneşin olduğu yeri netleştire bildiği için rahatlıyor. Güneş bir demet solmuş çiçek misali gri bulut topasının göğsüne sokulmuş  sanki kıza öylece bakakalmıştı. Gökyüzüne karışmış gibi gözükse de kaybolmamıştı güneş. Kız göz kapaklarının ardından azcık ta olsa güneşi izlemeye çalışıyor. (başı döndüğü için zorlanıyor) Güneş rahat rahat süzülüyor, sararıyor, ışıldıyordu.

  Evet, o bu gün hastaydı. Yüzünün rengi iyi görünmüyordu, üstelik sürekli başı dönüyordu. Galiba çehresi morarmıştı. Kaşlarını yukarıya doğru kaldırarak kirpiklerinin ardından mazlum mazlum bakıyordu. Kalbinin kupkuru yapışmış dudaklarını bir-birinden kopararak göğsünün altından fısıldıyor:

– Güneşim! Vefakar güneşim! Bu gün neden bu kadar yorgunsun! Kalbim üşüyor, lütfen beni ısıtıcak bir kaç kelime söyle.

  Güneşin düz bir çizgi oluşturan kızılı şafakları onun kirpiklerinin ucunda ışıldıyordu. Ama bu da kalbini ısıtmaya yetmiyor. Güneş bir türlü konuşmak istemiyor. Yine gökyüzünün hisli paslı gri bulutlarına karışarak gözlerini kızın yüzünden çekmeye çalışıyor. Ama hayır, onun gözleri yok ki, bu dev bir göz bebeğine benziyor.

 – Güneşim, bak gittikçe çirkinleşiyorum.

Elleriyle yemyeşil yoncaları okşayarak parmaklarını toprağa saplıyor. Sovuğu bir az daha derinden hissetsin ve böylece güneş onun haline acısın diye.

– Biliyor musun benim yüzüm eskiden de çirkindi. Erkekler yüzüme bakmazlardı. Biliyorsun, anlatmıştım sana, zaten hep görüyorsun. Ben de senin gibi gülümsüyor, dikkatlice onların gözlerine bakıyordum. Ama maalesef hiç birşey bulamadılar bende. Gözlerimde anlamlı hiş birşey bulamadılar, güneşim.” Göz bebeklerinin ışığı renksiz olsa da ayna gibi temizdir. ” demiştin bana. Lakin hiç kimse bunları görmüyor, görmek istemiyor. Benim tenim hep bir deri, bir kemik olmuştur, galiba hep böyle zayıf olacağım. Ne elim, ne kalbim, ne de ki, tenim hiç kimseyle uymayacak. Hiç sevmeyecekler beni. Kalın, siyah, uzun saçlarım var. Saçlarım ışıl ışıl, alev alevdir. Siyah, ışıklı, ihtiraslı ateş misali. Yalnızca saçlarım ısıtabilir bir kalbi. Ama ihtiraslı, asi bakışlı gözler de bulamıyorum. Aşktan umudumu kestim artık. Varsın acemi olsun, ama üzerime atılsın, bir asi aslan gibi yesin, parçalasın ruhumu. Hayallerime  baksana güneşim. Çok yorgunum görüyor musun? Kalbim hayata yenik düştü. Sen de mi beni kınıyorsun? Ama neden? Bugüne kadar sevgisiz bir şey istemediğimi biliyorsun. Ama galiba artık içim fesatlaşmış, ruhum kirlenmiş. Artık ne kalbimi, ne de tenimi istemiyorum. Nasıl başedeceğim kalbimle? 

 Güneş bulutların arasında azacık kayboluyor. Sonra yeniden ışık saçıyordu.

 – Benimle konuşmak istiyorsun öylemi? Hadi, söyle bakalım, güzel  kadınlar ne yapıyorlar? nasıl bir hayat yaşıyorlar.Onlar da sevilmek istiyorlardır, biliyorum. Ama benim kadar değil. Benim kadar yokluğa mahkum, umutlarını yitirmiş, hatta hayalleri tarafından terkedilmiş bir tane kadın bulabilir misin güneşim?

 Galiba baygınlık geçiriyor. Aniden başı çok kötü dönüyor. Yer, gök, güneş bir anlık yerlerini değişiyorlar sanki.  Elleri nemli toprağın içinde yere dikilmiş kırık bir dal parçası gibi öylece toprağa saplanıp kalıyor. Şimdi o bambaşka bir yerdeydi. Herşey bembeyazdı. Ama sonra o ışıklı bembeyaz hiçlik te gözden kayboluyor…

 Belki de şimdi hayal kuruyordur. Buna rüya da diyebiliriz. Neredeydi o? Bunu söylemek çok zor. Şimdilik etrafta hiç birşey yok. Bizim çirkin kız ne kadar tatlı olmuş böyle. Yüzündeki çizgiler hiç değişmemiş, eskisi gibi dik bir az da çirkin burnu, ok gibi ama seyrek kaşları, üzüm yaprağını saplağı gibi ince dudakları ve yüzünün az kalsın kemiklerine yapışmış derisi. Tüm bunlara rağmen  yüzünün derisi ne kadar da güzeldi. Sanki yüzüne kan gelmiş, çehresi aydınlanmıştı. Uzun, kalın saçları sırtına yaslanmıştı.

 Bak, az ileride bir orman görünüyor. Tıpkı onun saçları gibi kalın ve sevecen bir orman. Hangi mevsimdeydi? Galiba ilkbahar değildi. Ama her şey kızın gözlerindeki ayna berraklığı kadar ifadesizdi.

 Ormanın derinlerine doğru ilerliyor. Üzerindeki elbise (bu pembe bir elbise, beyaz ipek gömlek ve pantolon da ola bilir) pek gösterişli olmasa da etraftaki herşey gibi gönül ferahlatıcak kadar güzeldi.

 – Eyyy… Güneşim, neredesin? Sarı bebeğim, ben geldim, burdayım.

 Ağacların yaprakları ona dokunmuyor. Ağaçların dalları ne kadar da yüksekmiş. Galiba kanatlanıp uçsa bile erişemez onlara. Ve işte geniş, güzel bir tarlaya varıyor. Güneş çok aydın gözüküyor. Her yer sapsarı çimenlerle kaplı.Bir haylı uzakta, tepenin orda çamurlu bir gölet vardı. Kızın ormandan çıkıp tarlaya vardığı yerden düzenliğin ortasına doğru açık sarı, kırık yeşil yoncalar uzaktan deniz mavisi gibi gözüküyordu. Orda  küçük, kısa, zarif bir ağaç sanki kanatlarını açıb gökyüzüne doğru uçacakmış gibi öylece kalakalmıştı. Yaprakları, dalları tıpkı bir kuş kanatları gibi sık ve dolgundu.

 Aniden teke at ağacın yanında burnunu toprağa dokundurarak kişnedi.

  – Güneşim, burdayım. Neredesin? Bak, ben geldim. Eyyy…. Sarı bebeğim, burdayım!

   Kız tüm gücünü toplayarak bağırıyor. Sesi göleti de,  uzaktaki tepeyi de ötüp geçiyor. Sanki sarı çimenlerin koynuna atılsa kaybolup sonsuzluğa kavuşucakmış gibi oluyor. Kız koştukça sarı çimler onu göğsüne kadar kaplıyor. Başka türlü nasıl olabilirdi ki!

 Sonunda güneş cevap veriyor.

 – Burdayım, gölün oraya gelir misin? 

Ses sanki kuyunun derinliğinden geliyordu. Ama galiba yer de, gök te konuşuyorlardı. “Burdayım” kelimesi otların üzerinden rüzgarla birlikte  azgın deniz dalgaları gibi köpürüyor. At yeniden kişniyor, bu kez güzel ve büyük kafası gökyüzüne bakıyor.

  Kız sanki kanatlanıp uçuyor. Sevinçten yüzünde güller açmış. Gözleri su kadar berrak. Şimdi onu görən olsa güneşin okşayıp öptüğü göz bebeklerinin simsiyah rengine şaşırırdı herhalde. Etrafta çok uzaktan bile farkedilen ışıltı yayılmış. Rüzgar kızın saçlarında dansediyor, onun sırtı, omuzları ve saçları  arasında zarif boşluk oluşturmuş. Kız ağaca doğru yaklaşıyor. O gittikçe at ta ilerliyor. Teke at gölete doğru gidiyor. Kız kıvrak teniyle ağacı selamlayıp atın arkasından koşuyor. Sevinç ve mutluluk çehresini neden terketmiyordu acaba? Onun saçları atın boynunda kanatlanmış siyah mutluluk gibi rüzgara ters yönde  havada uçuşuyor ve öylesine derine, boşluğa taraf koşuyordu ki, onları görmezden gelmek mümkün değildi…

  Çamurlu göletin kenarında sükunet saçan bembeyaz bir at görünüyordu.

UYĞUNLAŞDIRDI: TURAN NOVRUZLU

MÜŞFİQ ŞÜKÜRLÜNÜN YAZILARI

TURAN NOVRUZLUNUN YAZILARI


>>>> ƏN ÇOX OXUNAN HEKAYƏ <<<<

ZAUR USTACIN SATIŞDA OLAN KİTABLARI

“YAZARLAR”  JURNALI PDF

>>>> MÜTLƏQ OXU !!!

YAZARLAR.AZ
===============================================

<<<<<<WWW.YAZARLAR.AZ və  WWW.BİTİK.AZ >>>>>> 

Əlaqə:  Tel: (+994) 70-390-39-93     E-mail: zauryazar@mail.ru

Bir cavab yazın

Sizin e-poçt ünvanınız dərc edilməyəcəkdir. Gərəkli sahələr * ilə işarələnmişdir